İnsanlık tarihi, bilindiği gibi Adem‘in yeryüzüne gönderilmesiyle başlamıştır. İlk insan ve ilk peygamber Adem, kendisine saygı gösterilmesi emrini tereddütle karşılayan Azazel‘in tuzağına düşmüş ve cennetten çıkarılmıştır. Böylece Adem ve Havva, tek yeşil gezegen olan Dünya’da; cinlerle ve Sonsuz Yüce’nin lanetiyle iblisleşen Azazel’le birlikte yaşamaya başlamıştır.
Dünya’da çok uzun zamandan beri İblis‘in de mensubu bulunduğu cinler yaşamaktaydı. Cinlerin ne zaman yaratıldığını ve Dünya’dan önce nerelerde; hangi gezegenlerde yaşadıklarını bilmiyoruz. Ancak çağın gelişen ilmi verilerine ve İslam kaynaklarına dayanarak bazı tahminlerde bulunabiliriz. Cin toplumlarının da insan toplumları gibi imtihan edildiklerini, İslam‘dan saparak zalimleştikleri vakit uyarıcı gönderildiğini; uyarıcı Hak Elçilerini öldürmeye kalkışarak, aynen müşrik-zalim insan kavimleri gibi helak olduklarını biliyoruz.
Bu nedenledir ki içlerinden iman edenlerin kurtarılarak; Güneş sisteminde başka bir gezegene yerleştirildiklerini söyleyebiliriz. Bu şekilde “Güneş sistemi“ndeki birçok gezegenin yaşanmaz hale geldiğini; sonunda muhtemelen Mars‘tan, Dünya gezegenine geçtikleri konusunda yeterli olmasa da işaretler bulunduğunu söyleyebiliriz.
İşte Güneş sisteminin bu son ve adeta yaşam için hazırlanmış Dünya gezegeninde, bir taraftan Ademoğulları çoğalıp-yayılırken; diğer taraftan cinler ve İblisoğulları ve yandaşları olan cin-şeytanlar çoğalmıştır. Dünya, tüm canlı yaşamı, bitki örtüsü, yiyecek- içecek su kaynaklarıyla; tüm yer altı-yer üstü kaynaklarıyla cin ve insanoğlu için yaşam-ölüm yeri ve yurt olarak hazırlanmış olup; eceline kadar yaşamını sürdürecektir.
KUR’AN’A GÖRE “İNSANLIK TARİHİ”
İnsanlık tarihini; yahut kavimler tarihini genel olarak iki döneme (periyoda) ayırabiliriz. Birincisi Adem’den, Nuh‘a kadar; ikincisi Nuh’tan, Dünya’nın sonuna yahut fiili kıyamete kadar olan dönem. Kur’an’a baktığımızda insanoğlunun, Nuh‘a kadar devam eden serüveninden adeta söz edilmediğini görürüz. Nuh‘tan sonraki insanoğlunun; yani Nuhoğullarının kavimleri, peygamberlerin bu kavimlerle mücadeleleri ve kavimlerin helakları; açıkça ve ibretli bir şekilde anlatılmıştır. Ancak Adem- Nuh arası Ademoğlu‘nun, kavimleri, elçileri ve mücadelelerinden söz edilmemiştir. Ayrıca Nuh tufanının, Dünya ölçeğinde Ademoğullarını yok etmesi oldukça anlamlıdır ve bize bazı ipuçları sunmaktadır. Nuh tufanının evrensel bir tufan olduğunu, Kur’an‘dan ve Peygamber sünnetinden biliyoruz ve bunun delillerini inşallah “Küresel Yok Oluş: Nuh Tufanı” konulu çalışmamızda ortaya koyacağız.
Sonsuz Yüce‘nin insanoğluna indirdiği son kitap Kur’an‘da; sadece Adem‘in iki oğlu Habil ve Kabil‘in mücadelesinden ve peygamber olarak da İdris‘ten bahsedilmektedir. Adem‘in diğer bir oğlu Şit‘in peygamberliğini ise hadis kaynaklarından ve Tevrat‘tan bilmekteyiz. Bu gerçeği, evrensel Nuh tufanıyla birlikte göz önüne aldığımızda vardığımız sonuç; Sonsuz Yüce Rabb‘imizin insanoğlunun bu dönemini “sessiz karanlığa” mahkum etmiş olmasıdır. Ayrıca, Tevrat‘ın Tekvin bölümü de bizim bu hükmümüzü teyit etmektedir.
Demek ki; bu birinci insanlık periyodu içinde ademoğulları öyle yoldan çıkmış; o derece sapkın hale gelmişler ki; ya peygamberlerini öldürmüşler ya da peygamber gönderilemeyecek derecede Yüce Rabb‘imizin gazabını üzerlerine çekmişler ve böylece Yüce Rabb‘imiz de bu dönemi “sessiz karanlığa” mahkum etmiştir. Bu sebepledir ki Kur’an‘ın bu konudaki sessizliği, bizce oldukça anlamlıdır ve bu periyodu değerlendirirken bazı sonuçlar tahsil etmemize imkan vermektedir. Bu çağrışımlar, insanlığın “birinci periyodu“nda ortaya çıkan ve insanoğlunun “şirk“e; oradan da şeytanlaşma sürecine girişini bize hatırlatmaktadır. Bu insanlık tarihinin “birinci periyodu“nda ortaya çıkan sapkınlık, öyle bir sapkınlıktır ki; Sonsuz Yüce Rabb‘imizin gazabını üzerine çekmiş ve bu dönem “karanlığa” mahkum edilmiştir.
Sünnetullah şudur: İnsanoğlu önce Sonsuz Yüce Allah‘a teslim olur; sonra kısa bir zaman periyodunda “şirk“e kayar; gönderilmiş uyarıcı-elçileri dinlemez, öldürmeye kalkar ve giderek adeta şeytanlaşır ve helak çukuruna yuvarlanır.
NUH ÖNCESİ İNSANLIĞIN SAPKINLAŞMA SÜRECİ: YE’CUC-ME’CUC
Nuh tufanından önce de Dünya öyle ifsada uğramış; ademoğulları öyle azgınlaşmış; nesli ve nesebi öyle bozmuştu ki; insanlık tarihi böyle bir olaya bir daha şahit olmayacaktı. İşte bu insanlık tarihinin en ilginç ve dramatik ve bir daha şahit olunamayacak olayı; Ye’cuc-Me’cuc‘un ortaya çıkması, yeryüzünü baştan başa fesada uğratması olayıdır. Evet, Yüce Rabb‘imizin gazabını Dünya üzerine çeken olay budur ve Nuh tufanı bu sebeple dünya insanlığını vurmuştur. Evet, evrensel Nuh tufanını davet eden insanlık tarihinin bu en önemli “azgınlaşma-şeytanlaşma süreci“ni kısaca özetleyelim ve arkasından da kanıtlarını verelim.
Azazel, melek boyutundan düşürülerek iblisleşmiş ve lanetli olarak ademoğullarının peşine düşmüş; Adem‘i cennetten kaydırdığı gibi oğullarını da “Hak Yol“dan saptırıp, şeytanlaştırmak için elinden geleni arkasına koymamıştır. Azazel iken kendisine tabi olan cinlerin ileri gelenlerinin ayağını kaydırarak; onları da kendisi gibi şeytanlaştırmıştır. Arkasından da İblis, Allah‘a olan teslimiyetlerini bozan bu şeytanlaşmış cinlerini , ademoğlunun kızlarıyla yasak olan ilişkiye teşvik etmiştir ve bu sapkın ilişki böylece başlamıştır.
Kısacası, Nuh tufanından önce yeryüzünde bugüne benzer küresel bir hakimiyet kurmuş olan bir toplumun; muhtemelen “Mu-Atlantis“in, “üstün insan“; yani “cin-insan” arzularını yem olarak kullanan İblis, insanlığı Ye’cuc-Me’cuc belasına ve arkasından da Tufan felaketine sürüklemiştir. Şimdi bu konuyu deliller ışığında gözden geçirelim:
İŞTE VAHYE DAYALI DELİLLER:
KUR’AN: SÜNNETULLAHI ORTAYA KOYUYOR
1) Kur’an, Ye’cuc- Me’cuc oluşumuna yol açacak “insan-şeytan ilişkileri“ni bize şöyle bildiriyor:
Muhakkak onlar (müşrikler), O’nun (Allah’ın) dışında, dişileri(cinleri-perileri) çağırıyorlardı. Onlar, (gerçekte) (kovulmuş) asi şeytandan başkasını çağırmıyorlardı.
Allah, onu lanetledi ve o (Şeytan) dedi ki: “Elbette, Sen’in kölelerin içinden belirlenmiş bir zümreyi, kendime (köle) edineceğim.”
“Ve elbette onları saptıracağım, ümitlendireceğim; onlara, hayvanların kulaklarını kesmelerini emredeceğim. Elbette yine onlara, Allah’ın yarattığını değiştirmelerini emredeceğim. “Kim, Allah’ı bırakıp da şeytanı dost edinirse, muhakkak o, apaçık bir hüsrana uğramıştır.
(Şeytan), onlara vaad ediyor, onları ümitlendiriyor. Oysa Şeytan, onlara aldanmadan başkasını vaad etmez.
[NİSA (4)/117-120]
O gün (Allah) onların hepsini toplar: “Ey cin topluluğu, siz insanlardan kendinizi çoğaltmak istediniz.” (Bunun üzerine) onların (cinlerin), insanlardan dostları olan kimse dedi ki: “Rabb’imiz, bazımız, bazımızdan yararlanıp, bizim için takdir ettiğin süreye ulaştık.” (Allah) dedi ki: “Allah’ın dilediklerinin dışında onların barınağı ateştir, orada kalıcıdırlar. Muhakak senin Rabb’in Hakim’dir, Alim’dir.”
[ENAM (6)/128]
Muhakkak İblis, onlar (insanlar) üzerindeki zannını doğruladı. Müminlerden bir grup hariç ona (İblis’e) tabi oldular.
[SEBE (34)/20] Biz, onlara yakınlar (cin-şeytanlar) hazırladık. Onlar (cin-şeytanlar), onların önlerinde ve arkalarında olanları güzel gösterirler. Onlardan önce geçmiş olan ümmetler içindeki insan ve cinler gibi, onlara da söz (azap) hak oldu. Muhakkak onlar hüsrana uğrayanlardır.
[FUSSİLET (41)/25]
Şeytan onları kaplamıştır; böylece onlara Allah’ın zikrini unutturmuştur. Böyle olanlar, şeytan hizbidir. Dikkat edin! Muhakkak şeytanın hizbi olanlar, hüsrana uğrayanlardır.
[MÜCADELE (58)/19]
TORA (TEVRAT): OLAYI İFŞA EDİYOR
2) Tora‘nın Bereşit (Tekvin) bölümünde, Ye’cuc-Me’cuc‘un ortaya çıkışı açık bir şekilde şöyle özetleniyor:
İnsanoğlu, toprak üzerinde çoğalmaya başlayıp kızları doğunca, Tanrı’nın oğulları, insan kızlarının iyi olduklarını gördüler ve her şeçtiklerinden kendilerine eş aldılar.
Tanrı: “Ruhum insanı sonsuza dek yargılamayacak; çünkü o etten başka bir şey değil. Günleri 120 yıl olacak” dedi. Devler(Nefilim) o günlerde ve daha sonraları yeryüzündeydiler. Tanrı’nın oğulları, insan kızlarına gelmişler ve (devlere) baba olmuşlardı. (Devler) ezelden beri en güçlülerdi; şöhretli kişilerdi.
Tanrı yeryüzünde insanın kötülüğünün artmakta olduğunu gördü. (İnsanın) en derin düşüncelerinin yarattığı eğilimler, gün boyunca, sadece kötüyeydi.
Tanrı: “Yaratmış olduğum insanoğlunu yeryüzünden sileceğim, – insandan evcil hayvanlara, yer hayvanlarına ve gökyüzündeki kuşlara kadar-“ dedi.
Fakat Noah, Tanrı’nın gözünde beğeni bulmuştu.
Bereşit (Tekvin): 6/1-5, 7-8
“Tanrı’nın oğulları” yerine Tora tefsircileri “yöneticilerin oğulları” veya “hakimlerin oğulları” ifadesini kullanmışlardır. Bizce bu “Tanrı’nın oğulları” ifadesi, ancak mecazi anlamda doğrudur ve İblis’in “düşmüş melekler” diye yutturmaya çalıştığı; düşmüş cinler; İblis hizbi olan cinler; yani şeytanlardır. Tüm erkek olan insan ve cinler; mecazi anlamda Tanrı oğulları gibidir. Sonsuz Yüce Rabb’imiz tüm noksan sıfatlardan münezzehtir. Yarattığı hiçbir varlığa benzemez, doğmamış, doğurmamış, bizzat var olan, varlığını hiçbir şeye muhtaç olmayan “Gerçek ve Tek İlah“tır. Aksini ne Kur’an ne de gerçek Tevrat kabul eder.
Önceden Azazel‘le beraber Yüce Allah‘a teslim olan “cinlerin lider kadrosu“ndan bir grup; Azazel‘e tabiydi. Azazel, meleklikten düşüp iblisleşince, onun yanında yer aldılar; böylece Hak’tan saptılar ve İblis yandaşı oldular. İşte bunlar, İblis’in teşvikiyle insan kızlarıyla ilişki kurdular ve Devler (Nefilim); yani Ye’cuc ve Me’cuc böylece ortaya çıktı.
Kur’an‘ın ayetleriyle Tora‘daki ifadelerden; Tufan‘a muhatap olan insanlığın nasıl azgınlaşıp-şeytanlaştığı; İblis hizbinin kontrolüne girdiği açıkça görülmektedir. Kur’an, Enam (6)/128‘de; “cinlerin, insanlardan kendilerini çoğaltmak istediklerini” bize açıkça bildirmiştir.
PEYGAMBERİMİZ: YE’CUC-ME’CUC’U TAVSİF EDİYOR
3) Peygamberimiz(sav); Kur’an‘ın bu konudaki ayetlerine açıklık getirmiş; özellikle Ye’cuc-Me’cuc’un nasıl ortaya çıktığına değil; Yaklaşan Saat‘te, Deccal‘e köle olan insanlığın efendilerini nasıl helak edeceğine şiddetle vurgu yapmıştır. Ancak aşağıdaki birkaç hadiste de Peygamberimizin, Ye’cuc-Me’cuc‘u vasfettiğini görmekteyiz. Bu yaratıkların Adem soyu olduklarını, insanlığı-dünyayı ifsad edeceklerini belirtmiş; boylarına, çoğalmalarına-sayılarına ve kavimlerine atıfta bulunmuştur:
İbn Amr bin el-As şöyle rivayet etmiştir:
Resulullah (sav), şöyle buyurdu: “Ye’cuc-Me’cuc, Adem’in neslindendir. Onlar, insanlara gönderilse, onların yaşantılarını ifsad ederler. Onlardan biri arkasında, zürriyetinden binden fazla kişi bırakmaksızın ölmeyecek. Onların arkasında üç ümmet vardır: Tavil, Tarnes ve Mensek.”
Rudani, C.5, H.no: 9930, s.372
Huzeyfe rivayet etmiştir ki:
Resulullah (sav), şöyle buyurdu: “Ye’cuc bir ümmettir. Me’cuc da bir ümmettir. Her bir ümmet, dört yüz bin ümmettir. Onlardan bir adam, sulbünden eli silahlı tam bin erkek görmeden ölmez.”
Dedim ki: “Ey Allah’ın Resulü! Onları bize anlatır mısın?”
Dedi ki: “Onlar üç sınıftır. Onların bir sınıfı ‘erz’ gibidir.” Soruldu ki: “Erz ne demektir?” Resulullah (sav) dedi ki: “O, Şam’da bir ağaçtır ki o ağacın uzunluğu yüz yirmi arşındır (12 arşın mı?). Göğe doğru yükselir.” buyurdu ve ondan sonra Peygamber (sav), şunu ilave etti: “İşte bunlara ne dağ dayanır ve ne de demir. Onların ikinci sınıfı da kulaklarının birini serer, ötekini de kendisine yorgan yapıp öyle yatar. Fil, yabani hayvan, deve ve domuz ne görürlerse yerler. Onlardan birisi öldüğünde de onu yerler. Onların bir ucu Şam’da, bir ucu Horasan’da olacaktır. Doğu nehirlerinin tümünü ve Taberiye gölünü de içeceklerdir.”
Rudani, C.5, H.no: 9931, s.372
ENOK (İDRİS): YE’CUC-ME’CUC’U İFŞA EDİYOR
Güney Afrika’da Swaziland-Mpaluzi kasabası yakınlarında bulunan 4 feet (120 cm) uzunluğunda Dev ayak izi. Bu ayak izine dayanarak “Devler”in boyunu hesaplarsak yaklaşık 8-9 metre olur.
İş adamı ve pramit araştırmacısı Gregor Spörri’nin Mısır’da resmini çektiği “kesilmiş dev parmağı”. Mumyalanmış vaziyette saklanmış bu işaret parmağının uzunluğu 38 cm’dir. Bugün normal bir insanın parmağı ise 7-8 cm civarındadır. Bu uzunluğa dayanarak parmağın sahibi olan “devin boyu”nu hesaplarsak; yaklaşık olarak 8-9 metre çıkar.
4) Ye’cuc-Me’cuc; yani “Devler“in, tarihin hangi döneminde müşahede edildiği, nasıl ortaya çıktığı ve nasıl Nuh tufanıyla helakın geldiği, en açık bir şekilde “Enok’un Kitabı“nda açıklanmaktadır. “Enok’un Kitabı“ndan aşağıya aldığımız metin okunurken parantez içi açıklamaların bize ait olduğu bilinmelidir:
“1. İnsanoğulları çoğalınca, güzel ve alımlı kızları oldu.
2. Gözcüler (cin-şeytanlar); göklerin çocukları, onları (insan kızlarını) görüp onlara karşı şehvet hissettiler. Birbirlerine dediler ki: “Gelin insanların arasından kendimize eşler seçelim ve onlardan çocuklarımız olsun.“
9. Liderlerinin isimleri şöyleydi: Semyaza, Araklba, Rameel, Kokablel, Tamlel, Ramlel, Danel, Ezeqeel, Baraqiyal, Asael, Armarel, Batarel, Ananel, Zaqiel, Samsapeel, Satarel, Turel, Yomyael, Sariel. İki yüz gözcünün liderleri bunlardı. (Bunlar; 19 kişilik gözcü-cin-şeytan lider grubu. İblis’in yalanıyla, düşmüş melekler.)
10. Bunlara tabi olan diğer tüm gözcüler (ki bunların da sayısı 200’dür) birlikte kendilerine eşler aldılar. Her biri kendine bir eş seçti ve onlarla birleşmeye, kendilerini onlarla kirletmeye başladılar. Onlara büyüler öğrettiler.
11.> Sonra kadınlar hamile kaldı ve boyları 135 metre (13.5 metre mi?) olan Devler doğurdu.
12. Sonunda insanlar, onları besleyemeyecek hale gelene kadar, bu devler insanların ürettiği her şeyi tüketti.
13. Ve Devler, yemek için insanlara döndü ve onları yediler. Kuşlara, yabani hayvanlara, sürüngenlere, balıklara karşı günah işlemeye ve sonra birbirlerinin vücutlarını yemeye, hatta kanını içmeye başladılar.
(Enok’un Kitabı 7. Bölüm)
Anlaşıldığına göre bu cin-şeytanlarla, insan kızlarının birleşmesinden ortaya çıkan Devler (Ye’cuc-Me’cuc), bir süre sonra insanları ve canlıları yemeye başlıyorlar. İşte böylece dünya ve insanoğlu büyük bir ifsada uğruyor. Bize göre devler; yani Ye’cuc-Me’cuc; aralarında bazı kavmi özellikler gösterse de; esas iki ana gruba ayrılıyorlardı. Birincisi Ye’cuc; Peygamberimiz tarafından da “Erz ağacı”nın boyuyla tavsif edilen dev adamlar. İkincisi Me’cuc; yani boyları oldukça kısa olan cücelerdir.
Ye’cuc ve Me’cuc‘un, kontrol edilemez boyutlarda yeryüzünde fesat çıkarması ve insanoğlunun feryatları üzerine Baş melekler, Rab‘lerine yakarırlar ve daha sonra da Nuh tufanı gelir. İşte Enok‘un (İdris’in) kitabından bu duruma işaret eden ifadeler:
“1. Sonra Mikail ve Cebrail, Rafael, Suriel, Uriel göklerden aşağı bakıp, dünyada dökülen hesapsız kanı, işlenen sınırsız kötülükleri gördü. Birbirlerine dediler ki:
2. “Boşalan dünyanın çığlıkları göklerin kapısına ulaştı.
3. İnsanların ruhları bize sesleniyor ve durumlarını En Yüce’ye (Allah’a) bildirmemizi istiyorlar.” Onlar da Kral’a (Allah’a) dediler ki…
5. Azazel’in neler yaptığını, dünyaya nasıl tüm kötülükleri öğrettiğini, göklerin ebedi sırlarını nasıl ifşa ettiğini gördün.” (Enok’un Kitabı 9. Bölüm)
ENOK (İDRİS) KİMDİR?
Yeryüzünde Ye’cuc-Me’cuc ifsadına şahit olan Enok kimdir? Burada hemen şunu hatırlatmalıyız ki; Enok (Hanoh), İdris peygamberdir. Enok; Kur’an‘da ve Tora‘da ismi geçen bir peygamberdir ve Nuh‘un atasıdır. Yani Nuh‘un dedesinin babasıdır. Tora‘da; Hanoh (Enok)’un oğlu Metuşelah, onun oğlu Lemeh, onun oğlu da Noah (Nuh) diye yazılıdır. Enok‘un 365 yıl Dünya’da yaşadıktan sonra yükseltildiği bildirilir. Esasında, Enok‘un ataları ve torunları yaklaşık 1000 sene yaşadığı halde; Enok, 365 yıl yaşamış daha sonra Azazel gibi Baş melekler boyutuna yükseltilmiş ve zaman zaman meleklerle beraber görevli olarak Dünya’ya gelmiştir. Nitekim birçok peygambere ve özellikle Musa ve Süleyman‘a arkadaşlık ettiğini Kur’an‘dan biliyoruz.
Kur’an‘da İdris olarak geçer. Arapça “drs” kökünden “idris“; ders görmüş-ilim sahibi anlamına gelir. Aynı zamanda Rabb‘ine yükseltilmiş bir peygamberdir. Allah katından “özel bir ilme” (ilmun ledun) sahiptir. Hızır; diye halk arasında bilinen ve Musa‘yla yolculuk eden, ona ders veren ve Belkıs‘ın tahtını göz açıp kapayıncaya kadar Süleyman‘a getiren odur. Ancak İblis ve cin-şeytanlar, insanların bu “Hızır kültü“nü kullanarak insanları ve dostlarını rüyalarda yahut gerçek hayatta kandırmışlar ve kendi mesajlarını bu yolla vermişlerdir. Halen İblis, bu “Enok-İdris-Hızır” formunu kullanarak; birçok mutasavvıfları, kabalacıları ve çağın cahillerini kandırmaya devam etmektedir. İşte Kur’an‘da İdris peygamberle ilgili ayetler:
(Musa) kölelerimizden bir köleyi (İdris-Hızır) buldu ki; Biz, ona katımızdan bir rahmet vermiş ve nezdimizden bir ilim (ilmi ledun) öğretmiştik.
[KEHF (18)/65]
Kitap’ta İdris‘i de hatırla. Muhakkak o, bir sıddıktı ve nebiydi.
Biz onu yüce bir ‘mekan’a (makama) yükseltmiştik.
[MERYEM (19)/56-57]
(Süleyman’ın) yanında, Kitap’tan ilim verilmiş bir kimse (İdris) dedi ki: “Sen gözünü açıp kapayıncaya kadar, ben, onu sana getiririm.” Derken (Süleyman) tahtı, yanında dururken gördü, dedi ki: “Bu, Rabb’imin bana fazlıdır (lütfudur). Rabb’im, kendisine teşekkür edecek miyim, yoksa örtecek miyim diye beni denemektedir. Her kim, teşekkür ederse, onun teşekkürü kendisi içindir. Her kim de örterse; muhakkak benim Rabb’im, Gani’dir (ihtiyaçsızdır), Kerim’dir (üstündür-cömertdir).
[NEML (27)/40]
İNSAN TOPLUMLARINI BAŞTAN ÇIKARANLAR: CİN-ŞEYTANLAR
Anladığımız kadarıyla, Azazel melek boyutundayken, “cin toplumu“nun liderlerinden 19 kişi onun yardımcıları idi. Bunlar, kendilerini tamamen Allah‘a adamış, O’nu melekler gibi tespih ve takdis eden önderlerdendi. Bu sebeple de adeta cennetlere; 2. Sema’ya yolculuk edebiliyorlar; meleklerin konuşmalarını; Allah‘tan gelen talimatları dinleyebiliyorlardı. Azazel, İblis olunca, aldatıcı-yaldızlı laflarla bunların da ayaklarını kaydırdı. Böylece İblis’in kölesi ve lanetli şeytanlar oldular. İblis’in; “düşmüş melekler” dediği işte cinlerin ileri gelenlerinden olan bu 19 kişidir. Bu 19 kişilik “öncü cinler” de, kendilerine bağlı olan cinleri saptırdılar ki bunların da sayısı, Enok‘a (İdris’e) göre 200‘dür.
Arkasından bütün bu cinlerin reisleri ve tabiinleri, İblis‘in emrine girerek; nesli bozmak için temasta bulundukları zamanın toplumlarını “cin boyutlu üstün insan olmak” vaadiyle kandırmışlardır. Böylece insan kızlarıyla birleşerek “Devler“in (Ye’cuc-Me’cuc’un) babaları olmuşlardır. Yüce Allah‘ın yasalarını çiğneyen herkes, sünnetullah gereği lanetlenerek kendilerini ve çocuklarının geleceklerini tehlikeye atarlar. Enok, insanlığı uyarmak için kitabında bunları detaylı bir şekilde anlatmıştır. Ancak biz konuyu uzatmamak için bunları aktarmıyoruz. Diğer taraftan “Ölü Deniz Parşömenleri Kumran Yazıtları“nda benzer anlatımlar vardır. Nitekim Kumran metinlerinden “devler olayı“nı ve “Nuh tufanı“nı kısaca şöyle özetleyebiliriz:
“Bütün bunlar, seçtikleri arasından kendilerine eş seçtiler, onların yanına gitmeye başladılar ve onlarla kendilerini kirlettiler. Onlara büyücülük ve sihirbazlık öğretmek için… Onlardan hamile kalıp devleri doğurdular…
“Güçlü Olan (Allah), onlara haykırdı ve Dünya’nın bütün temelleri sallandı ve dipsiz kuyulardaki sular fışkırdı. Göğün bütün pencereleri açıldı ve dipsiz kuyulardan çıkan güçlü sular sele dönüştü. Göğün pencerelerinden yağmurlar boşaldı ve O, Tufan’la onları yok etti… Bu nedenle kuru toprak üzerindeki her şey helak oldu; adamlar, hayvanlar, kuşlar ve kanatlı yaratıklar öldü. Devler kaçmadı…“
Ye’cuc-Me’cuc, Enok zamanında ortaya çıkmış, torunu Lemeh‘in oğlu Nuh zamanında da “Nuh tufanı“yla Dünya yaşayanları cezalandırılmıştır. Devler, iblislere tabi olan insanlığı tekrar cezalandırmak için Yaklaşansaat‘te tekrar yeryüzüne çıkarılmak üzere yer altına geçirilmişlerdir. Ne ölmüşler, ne de kaçıp kurtulmuşlardır, saklı bulundukları yer altı sığınakları batmıştır. Zamanı geldiğinde bu Devler (Ye’cuc-Me’cuc), serbest bırakılacaklar ve Deccal‘e tabi olanlara her bir tepeden saldıracaklardır. Ye’cuc-Me’cuc‘un, Yaklaşan Saat‘te Dünya insanlığı için nasıl bir tehdit oluşturduğu; Kur’an‘da, “Sahih Sünnet“te ve “Eski Ahit“te muhkem ve şiddetli bir şekilde ortaya konmuştur.
Ancak biz bu noktadan sonra, “Ye’cuc-Me’cuc devlerini ve cüceleri“ni üreten çağa ve toplumlara ışık tutmaya çalışacağız. Bu konuda başvuracağımız kaynaklar, doğrudan kutsal kitaplar ve vahiy kaynakları olmayıp; eski kavimlere ait tarihi-arkeolojik araştırmalar olacaktır. Yani her ne kadar sözünü ettiğimiz bu çalışmalar, bilimsellik iddiasında olsalar da; alanın kayganlığı ve belirsizliği dolayısıyla, bizim de varacağımız sonuçlar elbette tartışılır olacaktır.
Bu bölümdeki temel yöntemimiz, tüm verileri yine Kur’an‘ın ve Vahyin ışığında analiz etmek ve muhtemel sonuçlara ulaşmaktır. O halde burada temel sorularımız şunlar olacaktır: dünyayı ifsada ve dehşete düşüren Ye’cuc-Me’cuc; hangi zamanda ortaya çıktı? Bu fesat yaratıklarını doğuran “eski çağların hegemon kavimleri” ve bunların Dünya üzerindeki küresel etkileri nasıldı? Neden böyle evrensel bir felaket ortaya çıktı ve Sonsuz Yüce Rahman‘ın Kahhar sıfatı tecelli etti? Bir benzeri olmayan ve olmayacak olan Nuh Tufanı sonucunda Ye’cuc-Me’cuc‘un akıbeti ne oldu? Evet bu soruları daha da çoğaltabiliriz… Mu ve Atlantis gibi antik toplumlar bunun neresinde? Bu en eski iki toplumun ataları, oluşumu ve yurtları hakkında ne biliyoruz? Bu toplumlar, gelişmiş bir uygarlık mı, yoksa bugün İblis’in ordusunun Dünya’yı ele geçirmek için ürettiği “galaktik uzaylı-insan uygarlığı” yaldızlı hapının yutturulduğu “yozlaşmış-şeytanlaşmış toplumlar” mı?
Bu soruları, insanoğlunun Dünya gezegenine atılma ve orada çoğalıp yayılma serüvenini ortaya koyarak cevaplamaya çalışacağız. Şu andan itibaren ortaya atacağımız görüşler; vahyi-dini-bilimsel kanıtlar ışığında “alternatif bir tez“dir ve elbette tartışmaya açıktır. Ancak biz, bu tezin gerçeklik ihtimaliyetinin yüksek olduğuna inanmaktayız.
ADEM “ADEN CENNETİ”NDEN “ADEN BAHÇESİ”NE İNDİRİLDİ
Adem‘i, Sonsuz Yüce Rabb‘imiz, Mekke civarından aldığı “Dünya toprağı“ndan şekillendirdi. Önceden yarattığı “Adem’in Ruhu“nu bu kurumuş “çamur formu“na üfleyerek hayata getirdi ve “Aden Cenneti“ne yerleştirdi. Aden Cenneti (cenneti adnin), Kur’an‘da 11 ayette aynen tekrarlanarak müminlere vaad edilmektedir. Adem bir süre Aden Cenneti’nde kaldı. Daha sonra yaklaşmaması gereken ağaca yaklaştı, yememesi gereken meyvesinden İblis’in “melek olma-cennette ebedi kalma tuzağı“na düşerek yedi ve cennetten kovuldu. Ancak “tevbe” ettiği için affedildi ve Dünya’daki “Aden-Yemen-Mekke” bölgesine yerleştirildi. Böylece Yüce Allah‘ın; “birbirinize düşman olarak oradan (cennetten) inin!” talimatı gereğince İblis, Adem ve Havva, Dünya gezegenine gönderilmiş oldular.
Peygamberimizden gelen haberlere göre; Adem, Hindistan‘a; Havva, Cidde-Mekke’ye indirildi. Bir zaman sonra Mekke‘de buluştular. Taberi şöyle ifade eder:
“Adem, Hint’e, Havva Cidde’ye indirildi. Adem, onu arayarak Arabistan‘a geldi, onlar birbirleriyle buluştular. Havva orada ona yaklaştığı için buluştukları yere Müzdelife adı verildi. Buluşup tanıştıkları yere Arafat, bir arada toplandıkları yere Cemi dendi.”
Müzdelife; Mekke‘de, Arafat ile Mina arasında bulunan ve Hac‘da, Arafat‘tan sonra “vakfe” yapılan yerdir. Müzdelife kelimesi, “yaklaşmak, yakınlaşmak” anlamındaki Arapca “zlf” kökünden türetilmiş olup, “yakınlaşılan yer” anlamında, ism-i mekân (mekan ismi)dir. Ayrıca burası, “buluşma-toplanma” anlamında Cem adıyla da anılmaktadır.
Adem, Havva‘yla buluştuktan sonra yaşamını, Mekke merkezli ve Aden-Yemen bölgesinde sürdürür. İnsanlığın başlangıcında bu bölge; hatta “Arap Yarımadası“nın tamamı, adeta bir cennet gibi yaşama elverişliydi. Bu coğrafya; ırmaklar, ormanlar, bitkiler ve hayvanlarla donatılmış; ılıman bir iklime sahipti. İnsanoğlunun kökleri, buradan Afrika‘ya, Asya‘ya ve Arabistan’ın kuzeyine yayılmışlardır. İnsanlığın başlangıcı ve yaşam serüveni bu merkezden başlayarak; Nuh tufanına kadar Dünya’nın her bir yanına yayılmıştır. Bunun kanıtlarını yeri geldiğinde ifade edeceğiz. Şimdi ise burada Adem’in “Aden cenneti“nden, “Mekke-Aden-Yemen Dünya bahçesi“ne yerleştirildiğinin Tora‘daki kanıtını vereceğiz. İşte Tora (Tevrat)’ın Bereşit (Tekvin) kitabında yer alan ayetler:
“Tanrı, içinden alındığı toprağı işlemesi için onu (insanı), Eden Bahçesi’nden (cennetten) kovdu.
İnsanı sürdü ve Yaşam Ağacı yolunu korumak için, Eden’in doğusuna Keruvim’i ve ‘sürekli dönen kılıcın alevi’ni yerleştirdi.” (Bereşit: 3/23-24)
3/23 ayetinde; Adem‘in, Dünya toprağından yaratıldığına gönderme var ve ayetin devamında; bu toprağı (dünya toprağını) işlesin diye Eden (Aden) cennetinden kovulduğu bildiriliyor. Adem‘in, Mekke civarındaki dağlardan alınan topraktan yaratıldığına dair Peygamberimizden haberler vardır. Hatta bu Mekke-Medine arasındaki bütün bu dağlara Paran (Faran) dağları denmektedir. İbranice’de de mevcut olan bu “faran” kelimesinin Arapça’da kökü “frn“dir ve “fırın-furun” ismiyle de anlamdaştır.
3/24‘de Adem‘in (insanın) cennetten sürülüşü tekrar vurgulanıyor. Yaşam Ağacı (Adem’in nesli)ni korumak için “Aden (Mekke-Yemen) Yurdu“nun; yani “Güney Arabistan“ın doğusuna Keruvim‘in (meleklerin) ve “dönen kılıcın alevi“nin (cinlerin) yerleştirildiği bize bildiriliyor.
“Dönen kılıcın alevi” tanımlaması dumansız alevden yaratılmış olan cinleri en güzel bir şekilde tanımlamaktadır. Cinlerin Doğu’da Pasifik’te “Solomon adaları merkezli bir bölge“de yerleştirildiğine ileride değineceğiz. Böylece Adem, “Aden-Yemen”e; cinler Doğu’ya; melekler de “Yaşam Ağacı“nı korumak için ikisinin arasına yerleştirilmiş olmaktadır. Bir anlamda Adem‘in ve neslinin yaşayacağı “Mekke-Yemen Yurdu”, “cinler“in şerrinden korunmuş bulunmaktadır.
“MEKKE-KABE”NİN KONUMU VE İNSANLIK İÇİN ÖNEMİ
“İlk Kabe“nin, Adem‘den önce ya da sonra Mekke‘ye, Sema‘dan indirildiği; 8. Sema‘da Arş‘ın altında “melekler“in toplanıp Sonsuz Yüce Rabb’imizi tespih ve tekbir ettikleri ve etrafında döndükleri “Sema’daki Kabe“nin bir izdüşümü olduğu konusunda rivayetler vardır. “Sema’daki Kabe“nin bir izdüşümü-benzeri olan Kabe, Dünya‘nın merkezinde; yani Mekke‘de tesis edilmiştir. Mekke‘deki bu “kutsal ev“in; “kadim ev” (Beyti Atik) olduğu Kur’an‘da ve hadislerde beyan edilmektedir. Nitekim Kur’an‘da HAC (22)/33‘de Kabe‘ye; “Beyti Atik” (eski-antik ev) diye atıf yapılırken; diğer bir ayette de yeryüzünde insanlar için “ilk vazedilen (konan) ev“in, Kabe olduğu bildirilir:
Muhakkak ki, Bekke (Mekke)de insanlar için ilk vazedilen (konan) Ev, mübarek ve alemlere hidayet olan (Kabe)dir.
[AL-İ İMRAN (3)/96]
İmam Suyuti’nin Camiu’s-Sağir’inde bir rivayette; “Beytü’l-Ma’mur“un, Sema‘da bir Mescid (Kabe) olduğu ve bu Mescid‘in (Sema’daki Kabe’nin) izdüşümünün de Mekke‘deki Kabe olduğu ifade edilir. Aynı rivayette, Sema‘daki bu “Beytü’l Ma’mur“u, “melekler“in sürekli tavaf ederek Yüce Rabb‘imizi tespih ettikleri; onun, Sema‘daki hürmetinin, Kabe‘nin Arz‘daki hürmeti gibi olduğu bildirilir. Nitekim Kur’an‘ın TUR (52)/4 ayetinde “Beytü’l Ma’mur“a (imar edilmiş Ev’e) Sonsuz Yüce Rabb‘imiz yemin eder ki bu oldukça anlamlı bir yemindir.
Taberani’nin Mu’cemu’l-Kebir‘inde de; İbn Amr bin el-As’tan rivayet edilen bir hadiste şöyle denir:
Allah, Adem‘i yeryüzüne indirdiği zaman şöyle der: “Ben seninle beraber, Arş’ımın etrafında dönüldüğü gibi, dönülecek olan bir Ev (Kabe) indireceğim.”
İbni Abbas’tan nakledilen başka bir hadiste de Adem, Kabe‘yi tavaf edip hac görevini bitirdikten sonra, melekler kendisiyle karşılaşır ve kendisine şöyle derler: “Ey Adem! Haccın kabul olsun!”
Kabe, Sema‘dan indirildiğinde “Hacerül Esved“ ışıklı bir cennet taşıydı. Adem‘in, cennet özlemini gidermek için sık sık Kabe‘yi ziyaret ettiği, hem hadislerde hem de saklı metinlerde geçer. “Adem ve Havva” saklı metninde Adem, Havva ve oğulları Şit’in, Cennet‘i görmek ve Sonsuz Yüce Allah‘a yalvarmak için “Cennet bahçesine gittikleri” sık sık ifade edilir ki; o yer Kabe‘dir. Ve adeta görüntülü telefon yahut bir televizyon gibi cennetle iletişimi sağlayan bu “ışıklı-parlak taş“, “Hacerül Esved“dir. Adem ve soyunun, bu ışıklı cennet yakutu olan “Hacerül Esved“le cenneti gördüklerini; özellikle Adem‘in böylece cennet özlemini giderdiğini söyleyebiliriz. Ancak sonradan ademoğlunun “şirk koşması“yla, söz konusu olan taşın karardığı ve bu fonksiyonunu kaybettiği ifade edilmektedir.
Taberi rivayetine göre Adem‘den sonra oğlu Şit, yeryüzünde halife peygamber oldu. Adem öldüğü zaman ademoğulları 40.000’e ulaşmıştı. Şit, Mekke‘de oturdu ve ömrünü Mekke merkezli Güney Arabistan‘da tamamladı. Kabe‘yi tavaf eder, şerefli sayar ve imar ederdi.
Diğer taraftan Mekke, coğrafi açıdan; enlem, boylam ve kutuplara olan mesafesi bakımından, “altın oran“a uygun bir “merkez“dir. Kur’an EN’AM (6)/92 ve ŞURA (42)/7 ayetlerindeki “ümmül kura“; yani “şehirlerin anası-merkezi” ifadesi, anlamlı ve önemli bir işarettir. Bu kavramla Kur’an, “Mekke’nin merkezi konumu“na ve “insanoğlunun başlangıcı“na atıfta bulunmaktadır. Nitekim Prof. Dr. Zağlul en-Naccar bu konuda şunları söylüyor:
“Batı, Mekke‘nin, Gezegenimizin merkezinde bulunduğuna dair bilimsel kanıtlardan hoşlanmıyor. Ancak biz her şeye rağmen araştırmalarımıza devam edeceğiz. Ve bunun bir gerçek olduğunu ortaya koyacağız. Prof. Dr. Hüseyin Kemaleddin, Dünya’nın başlıca şehirlerinde kıble yönünü belirlemeye çalışırken; Mekke’nin, Yerküre’yi oluşturan yedi kıtanın hepsinin etrafından geçen bir dairenin tam merkezinde olduğunu gösterdi.”
Sonuç olarak Adem‘den beri; özellikle de İbrahim‘den beri bu “merkez, korunmuş, haram belde ve şirk koşulmadığı taktirde “melekler“in kuşattığı “emin belde” olma özelliğini hep korumuştur. Ancak bugünkü gibi “şirk”in-“cehalet“in at koşturduğu her yer, her toplum merkezi; ne emindir, ne korunmuştur ve ne de Sonsuz Yüce Allah‘ın azabından uzaktır.
Yukarıdan beri işaret ettiğimiz deliller, insanoğlunun Dünya gezegenindeki yaşam serüvenin “başlangıç noktası“nın “Mekke merkezli Güney Arabistan” olduğu tezimize önemli bir katkı sağlamaktadır.
ADEM’İN İLK OĞULLARI: KABİL (KAYİN), HABİL (EVEL)’İ ÖLDÜRDÜ!
Adem‘in, yerleşik hale geldiği bu Mekke merkezli “Dünya Yurdu“nda ilk oğlu Kabil, ikincisi Habil‘dir. Adem ve Havva Allah‘tan salih bir erkek evlat isterler. Kabil‘e hamile olan ve gittikçe ağırlaşan Havva ve Adem, bu sırada ikinci büyük hatalarını işlerler; çocuğun doğumuyla Allah‘a ortak koşarlar. Bunun üzerine Yüce Allah da onları şiddetle kınar. İşte Kur’an‘da ve Tora‘daki delilleri… Kur’an, Kabil‘in (Kayin’in) doğuşunu ve “şirk” koşulmasını şöyle açıklıyor:
O (Allah) ki, sizi tek bir nefisten (Adem’den) yarattı. Onda sükun bulması için, kendisinden zevcesini (eşini) yarattı. O zaman ki, onu örttü, o hafif bir yükle yüklendi ve onunla (o yükle) dolaştı. Arkasından ağırlaştı. Ve o ikisi, Rableri olan Allah’ı çağırdı: “Şayet bize bir salih (çocuk) verirsen, elbette biz, teşekkür edenlerden olacağız.”
Ne zaman ki (Allah), o ikisine salih bir çocuk verdi, o ikisi, onlara verdiği çocuk konusunda O’na (Allah’a) ortaklar kıldılar. Allah, onların şirk (ortak) koştuklarından yücedir, münezzehtir.
Onlar hiçbir şey yaratamayan yaratılmışlar iken, (Allah’a) şirk (ortak) mı koşuyorlar?
Onlar (ortak koştukları), ne onlara, ne de kendilerine yardım etmeye güç yetiremezler.
[ARAF (7)/189-192]
Tora (Tevrat) ise nasıl ortak koşulduğunu bildiriyor ve Kur’an ayetlerini adeta tefsir ediyor:
Adem eşi Havva’yı bildi. (Havva) hamile kaldı ve Kayin’i doğurdu ve “Tanrı ile birlikte bir insan edindim.” dedi.
Bir doğum daha yaptı; (Kayin’in) kardeşi Evel’i (doğurdu). Evel davar çobanı oldu; Kayin ise toprak işçisiydi.
(Bereşit: 4/1-2)
4/1’de Havva, Kabil (Kayin) doğunca ne diyor: “Tanrı ile birlikte bir insan edindim.” İşte şirk olan bir ifade… Adem‘i ve Havva‘yı doğrudan Sonsuz Yüce Allah yarattı. Sanki Allah‘ın onlara lütfettiği “bu çocuk”; Adem, Havva ve onların yol göstericileri, yardımcıları olan meleklerin, Tanrı ile birlikte meydana getirdikleri bir “çocuk-insan”. Allah‘ın dışındaki sebeplere bir pay ayırmak, Allah‘a ortak koşmaktır, “şirk“tir. Nitekim yukarıda zikrettiğimiz ARAF (7)/190 ayetinde, Yüce Rabb’imiz bunu açıkça bildiriyor:
“Ne zaman ki (Allah), o ikisine salih bir çocuk verdi, o ikisi, onlara verdiği çocuk konusunda, O’na (Allah’a) ortaklar kıldılar. Allah, onların şirk (ortak) koştuklarından yücedir, münezzehtir.”
Evet, işte Kabil (Kayin)in hikayesi buradan başlıyor ve “Mu-Atlantis“e kadar uzanıyor. Bu şekilde doğan ve büyüyen Kabil (Kayin), kendisinden sonra doğan küçük kardeşi Habil (Evel)’i kıskançlıkla öldürür ve lanetli hale gelir. İşte Tora‘nın ifadeleri:
Tanrı; “Ne yaptın?” dedi. “Kardeşinin kanının sesi, topraktan bana doğru haykırıyor.”
“Şimdi sen, kardeşinin kanını senin elinden almak için ağzını açan topraktan daha da lanetlisin.”
“Toprağı işlediğin zaman, artık sana kuvvetini vermeyecek. Dünyada göçebe ve yalnız olacaksın.”
Kayin, Tanrı’nın huzurundan ayrıldı. Eden’in doğusundaki Nod ülkesinde yerleşti.
Bereşit (Tekvin): 4/10-12,16
Birincisi, Kabil doğduğu zaman anne ve babası, “şirk” olan ikinci büyük hatayı işlediler. İkincisi, Kabil, olgunluk çağında Habil‘i kıskanarak öldürmeye teşebbüs etti ve öldürdü. Böylece insanlık tarihinin “taammüden kardeş öldüren” ilk katili oldu ve kardeş kanının dökülmesinin yolunu açtı. Sonsuz Yüce Allah, onu lanetledi. Artık işlediği topraktan önceki gibi verim alamayacağını; yalnız ve göçebe olacağını bildirdi. Yüce Rabb‘imizin Rahmeti‘nden mahrum olan Kabil, “Eden yurdu“nu; yani Mekke merkezli “Güney Arabistan“ı terk etti ve bu yurdun doğusuna; “Nod Ülkesi“ne gitti. “Nod“; İbranice’de “yalıtılmış” ya da “göçebelik” anlamına gelir ki; Kabil, böylece Aden‘in doğusuna; göçebelik diyarına; Asya‘ya gitmiştir.
Daha sonra İsrailoğulları‘nda sehven adam öldüren kimselerin, öldürülmemesi ve katilin oraya kaçabilmesi için “vaad edilen toprakların doğu tarafında bir bölge” oluşturulur. Tora‘da bu konuda birçok ayet vardır. Devarim (Tesniye) 4/41 de; “ O zaman Moşe, Yarden’in (Erden ırmağının) güneşin doğduğu (taraftaki) yakasında üç şehir ayırdı.” ayeti bu meseleyi özetlemek için yeterlidir. Ancak kasten (taammüden) adam öldürenler öldürülür, kısas vardır. Kabil, kasten kardeşini öldürmesine rağmen öldürülmemiş, lanetli olarak Asya‘ya kaçmasına müsaade edilmiştir. Bunun sebebi ise; cinayetin örneksiz olarak işlenmesi; bu konuda bir bilinç olmamasıdır ki bu zannımızca hafifletici bir unsurdur. Elbette en iyisini, her yaptığı işte sayısız “hikmetler” bulunan Sonsuz İlim Sahibi Yüce Rabb‘imiz bilir.
İNSANLIK DÜNYAYA NASIL YAYILDI?
1) Yemen-Umman’da: “Cebeli Faya” Arkeolojik Çalışması
Bugün modern araştırmalar, insanlığın, Dünya’ya, Afrika‘dan; özellikle Doğu Afrika‘dan; yani “Aden körfezi“ne yakın Rift vadisinden yayıldığını söylemektedir. Ancak en son yapılan bir arkeolojik çalışmada, Arap Yarımadası‘nın güneyinde; “Aden-Yemen“in doğusunda; Cebeli Faya‘da önemli kanıtlar bulunmuştur. Londra Üniversitesinden Simon Armitage ve meslektaşlarının 2011 yılında “Science Dergisi“nde yayınladıkları ve Yaklaşansaat‘te haber olarak verdiğimiz bu araştırmada şu tespitler yapılmaktadır:
“Birleşik Arap Emirlikleri‘ndeki Jebel Faya (Faya dağı); bereketsiz çölleri ve tepeleri, seyrek yağmurları ve kumlu toprağı ile sadece birkaç göçebe bedevinin dayanabileceği, tamamen yaşanması zor bir yer olarak görünüyor. Ancak, 125.000 yıl önce her şey çok farklıydı. Çöller, bolca su ve av hayvanını barındıran bir savanaydı. Yani geniş ova, çayır, küçük ağaçlıklar, yeşilliklerden oluşan ekosistem.
“Ekip, bu ilk modern insanların, İran körfezinden bile geçip ilerlemiş, belki de Hindistan’a, Endonezya’ya, hatta Avustralya’ya gitmiş olabileceklerine inanmaktadır.
“Son interglasiyel (buzularası) çağda, Doğu Arabistan‘da insan varlığını gösteren Jebel Faya‘da deliller bulunmaktadır. Jebel Faya‘da bulunan aletler, Doğu Afrika‘daki Orta Taş Çağının son dönemleri ile benzerlikler göstermektedir.
Diğer taraftan, buzularası çağda deniz seviyesi yüksekken, (Arabistan’daki) Necd platosunda bitki yoğunluğu fazlaydı ve daha çok su bulunmaktaydı.
“Güney Arabistan, insan nüfusun artması için ikinci bir merkez olmuş olabilir… Güney Arabistan’da yağmurlu dönemlere ilişkin kanıtlar bulunmaktadır. Muhtemelen insan popülasyonları, kıyı şeridine ilaveten, Arabistan‘ın içlerine doğru da arttı ve ilerledi.
“Sonuç olarak, muhtemelen İran körfezi bölgesi, avantajlı dönemlerde ilk modern insanların yayılmış olabileceği diğer bir popülasyon merkezini oluşturdu. Güneydoğu Arabistan‘dan, İran körfezine giriş, muhtemelen Hacar dağlarından İran körfezi havzasına uzanan çok sayıda vadi kanalları aracılığı ile olmuş olabilir. Bu kanallar aynı zamanda, körfez öncesi (proto-Gulf) kıyılar boyunca, tatlı su kaynaklarına erişimi sağlayarak, insan göçünü kolaylaştırmıştır.”
2) Yemen-Umman’da: “Dhofar” Arkeolojik Çalışması
Bu yazımızı tamamlamak üzereyken Arabistan‘da yapılmış çok yeni bir arkeolojik çalışma elimize geçti. Faya‘da yapılan çalışmayı ve bizim tezimizi destekleyen çalışmanın lideri İngiltere‘deki Birmingham Üniversitesinden paleolitik (yontma taş devri) arkeoloğu Jeffrey Rose’un ekibinin, “LiveScience“da yayınlanan çalışmasından işte birkaç paragraf daha:
” Umman Sultanlığı‘nda 100’den fazla yeni bulunan bölge, genetik kanıtların işaret ettiğinden daha uzun süre önce Afrika’dan göçün Arabistan içlerinden olduğunu doğruluyor. İlginç bir şekilde yeni bulunan bu bölgeler, kıyılardan çok uzak, iç bölgelerde yer alıyor.” Jeffrey Rose şunları söylüyor:
“On yıldır Güney Arabistan‘da ilk insan yayılışını anlamamıza yardımcı olacak deliller aramamızdan sonra, nihayet Afrika’dan çıkışla ilgili açık deliller bulduk. Bunu heyecanlı yapan ise, bu senaryonun daha önce hiç düşünülmemiş olmasıydı.”
Uluslararası ekipteki arkeolog ve jeologlar araştırmalarını Arabistan Yarımadası‘nda bulunan, Güney Umman‘ın güneydoğu köşesinde bulunan Dhofar dağlarında yaptı. Southern Methodist Üniversitesinden araştırmacı Antony Marks, kıyı boyunca toplu göçe işaret ederek kıyılardan geçen birinin deniz ürünlerini kullanmasının, çölün içinden geçmesine göre daha fazla anlam ifade edeceğini belirterek şunları söyledi:
“Kıyıdan göç hipotezi bir taraftan makul gözükse de bunu doğrulayacak arkeolojik hiçbir kanıt yok.”
Araştırma ekibi 2010 sezonu bitiminde planladıkları son yer olan, sıcak, rüzgarlı, nehir kanalının yakınlarında bir çok taş aletin dağınık halde bulunduğu kuru bir platoya gitti. Bu tarz taş aletler Arabistan’da yaygın olarak bulunuyordu ancak bu zamana kadar bulunanların hepsi nispeten daha geç zamanlarda yapılmıştı. Yakın incelemelerden sonra Rose; “Bunlar Nübyelilere (Kuzey Afrika’da yaşayan etnik bir gruba) ait taşlar. Burada ne işleri var.” diyerek arkadaşlarının dikkatini çekti. Araştırmacılara göre, bu çorak çöllerde bulunan birçok kanıt, çalışma alanının önemini vurguluyor. Marks:
“Bu bölgede, teorik modellerle, gerçek kanıtlar arasındaki bağları kopartacak örneklerimiz var.” diyor.
Bu taşların, birisi tarafından terkedilmek yerine yapıldığı düşünülüyor. Nasılsa bu taş aletlerin yapıldığı zamanda, Arabistan kuş uçmaz kervan geçmez viran ve ıssız bir yer değildi. O zamanlarda kıyıya düşen bereketli yağmurlar, Arabistan’ın çorak arazilerini verimli yapıyordu. Araştırmacıların açıklamalarına göre, bu otlaklıklarda avlanabilecek birçok hayvan bulunuyordu. Rose:
“Belli bir süreliğine Güney Arabistan, iri av hayvanları, bolca akan taze sular ve taştan araçlar yapmaya yarayan yüksek kalitede çakmak taşları gibi zengin kaynaklara sahip yeşil bir alandı.” diyor.
Araştırmacıların iddia ettiğine göre, modern insanların Afrika’dan ilk göçü, Arabistan‘ın kıyısından değil; günümüzde otoyol olarak kullandığımız nehir bağlantıları boyunca yapılmıştır. Buralarda ilk modern insanların Afrika savanalarında avlamaya alıştıkları ceylanlar, antiloplar ve dağ keçileri gibi cazip hediyeler olduğu düşünülüyor. Rose, LiveScience ekibine şu açıklamada bulundu.
“70.000 yıl önce yapılan toplu göçün genetik işaretlerine baktığımızda, çıkışın Afrika’dan değil, Arabistan’dan yapılmış olabileceğini gördük.”
Arkeologlar, Güney Arabistan çölleri boyunca “taş kalıntılarının yolları” olarak adlandırılan kanıtlardan daha fazla bulmak için taramaya devam edecekler.”
TEZİMİZ: İNSANLIK, DÜNYA’YA “GÜNEY ARABİSTAN”DAN YAYILDI
Yukarıdan beri ortaya koyduğumuz özellikle vahye dayalı deliller; insanlığın başlangıcının ve yayılma merkezinin Mekke merkezli “Güney Arabistan“; yani Mekke‘yi içine alan “Aden-Yemen” bölgesi olduğunu bize açıkça göstermektedir. Adem, “Aden Cenneti“nden, Dünya’daki “Aden Bahçesi“ne indirilmiş; ademoğulları buradan dünyaya yayılmışlardır. Güney Arabistan, tarihler boyunca verimliliği ve her yöne ulaşım kolaylığı dolayısıyla hep “Saadet Ülkesi” yahut “Bereketli Arabistan” olarak görülmüştür. Nuh‘tan sonra ortaya çıkan, Arapların atası olan ve dillere destan bağ-bahçelerine ve gücüne Kur’an‘da işaret edilen “Ad-İrem Kavmi“nin yurdu da burası olmuştur.
Bu bölgenin Doğu Afrika‘yla Aden körfezi bağlantısı; Asya ile Umman körfezi bağlantısı, bu yayılmanın önemli iki yönünü bize göstermektedir. Ademoğullarının üçüncü yayılma yönü ise Arabistan‘ın içinden kuzeye doğrudur. Son yapılan çalışmalarla da güç kazandığı gibi ademoğlu, Arabistan‘ın içinden; bugün kurumuş gözüken, ancak insanlığın başlangıcında gürül gürül akan nehir yatakları boyunca Arabistan’ın kuzeyi yönünde ilerlemiş; Orta Doğu’ya ve Mezopotamya’ya yayılmıştır.
Bugün özellikle evrim aşığı araştırmacılar, modern insanın başlangıcını Afrika‘da aramaktadır, zira bu arayış onların “evrim felsefesi“ne uygun düşmektedir. Modern insanlığın evrimleşerek ortaya çıkması için ilkel aşamalardan geçmesi varsayılmaktadır. Afrika‘nın, hatta Doğu Afrika‘nın başlangıç noktası izlenimi vermesi; bir anlamda yanılgıdır, bir anlamda da Aden körfezinin en yakın komşusu olarak bizim tezimizi desteklemektedir. Afrika‘da yapılan araştırmalar Güney Arabistan‘da yapılsa, umuyoruz ki tezimizi doğrulayan kanıtlar daha da güçlenecektir. Nitekim yukarıda özetlediğimiz Yemen-Umman bölgesinde Cebeli Faya‘da ve Dhofar bölgesinde yapılan arkeolojik çalışmalar, bizi doğrulamaktadır. Bu çalışmalar arttıkça tezimizin tamamen doğrulanacağı konusundan hiçbir kuşkumuz yoktur.
Adem‘in ilk oğlu Kabil‘in, “Nod Ülkesi“ne; Doğu‘ya sürüldüğünü ve Cebeli Faya yoluyla Umman körfezinden geçerek Asya‘ya geçtiğini ifade etmiştik. Kabil‘in, bugünkü İran üzerinden Afganistan-Kabil‘e; oradan da “Kabil soyu“nun, Tibet-Hind-Çin ve Asya‘nın tamamına yayıldığını düşünmekteyiz.
KABİL-YUAN-ÇİN VE MU TOPLUMU
Kabil ismi, Afganistan‘da anlamlı ve yaygın bir isimdir. Kabil isminin yüklendiği olumsuz anlam dikkate alındığında; sonradan kullanıma girmesinin anlamlı olmayacağı açıktır. Ancak tarihsel köklere dayanarak zamanımıza ulaşması, bizce daha gerçekçi bir tespittir. Kabil, bugün Afganistan’ın başkenti ve en büyük şehridir. Kabil vilayeti, Hindukuş dağlarının güneyinden Hindistan’a giden yol üzerinde kurulmuş 1800 metre yüksekliğinde bir merkezdir. Aynı zamanda tarihi ipek yolu üzerinde, Asya‘ya açılan bir kapıdır. Pakistan‘a geçit veren Hayber geçidini de kontrol eden stratejik öneme sahip bir “antik şehir“dir. Kabil vilayetinin bir de Kabil ilçesi vardır. Ayrıca bölgeye bu ismi veren başkentin ortasından geçen Kabil nehri bulunmaktadır. Afganistan’ın doğusundan yola çıkar ve Peşaver’in kuzeydoğusundan geçerek İndus nehrine katılır.
Evet, Asya’nın Kabil kapısından ilerleyen “Kabil soyu”, Çin‘e kadar ilerlemiş; Tufan’dan önceki Uygur-Tibet, Hint ve Çin karasında egemen olan “Mu İmparatorluğu“nun; yani “Mu Karası“nın atası olmuştur. Muhtemelen Atlas okyanusunda yer alan “Atlantis Karası“nda konumlanmış olan “Atlantis toplumu“nun atası ise “Mu toplumu“dur. Yani batmadan önce Atlas okyanusunda konumlanan Atlantis toplumunun atası Mu‘dur.
Taberi, Özellikle Çinlilerin atasının Kabil olduğunu bir hadise dayanarak bize bildirir. “Şarabı, çalgıyı, kopuzu, telli çalgılara kıl takmayı, defe-davula deri geçirmeyi ve bunun gibi işleri ilk önce kim icad etti?” şeklindeki bir soruya Peygamber (sav)’in cevabı özetle şöyledir:
“Bu sorduğunuz şeyler Kabil oğullarından kaldı. Kabil’in çocukları arasında çok zaman önce bir kişi vardı ki adına Yuan derlerdi. Yuan, şenliği, şadlığı seven bir kişiydi. Şeytan onunla arkadaş oldu. Onu bu gibi eğlencelere alıştırdı, şevklendirdi. Bu gibi çalgıları ona hep İblis öğretti. Öyle ki yaş üzümü sıkıp şira etti. Birkaç gün ekşiyinceye kadar onu bıraktı. Sonra küplere testilere koydu. Çengiler düzdü, eğlenceler kurdu. O şaraptan bir miktar ortaya koyar, herkese içirirdi. Biraz çalgı çalardı, biraz da kalkar oynardı. Onlara bu şeyler gittikçe hoş gelmeye başladı. Herkes bu Yuan gence yakınlaşıp, onunla dostluk ettiler. Sonra İblis, insan formunda geldi, onunla arkadaşlık etti, onunla birlikte yiyip içti. Yuan‘ı, güzel sözlerle eğlendirmeye başladı, onun taşkınlıklarını daha da artırdı. İşte bunların hepsi o Yuan‘dan kalmıştır. O Yuan‘a da Şeytan öğretmiştir.”
Tarih-i Taberi, C.1, s.76
Hadis’te şaşılacak derecede ismi çokça zikredilen kişi, Kabil‘in oğullarından birisi ve üstelik adı da Yuan. Yuan bugün bize hiç de yabancı gelmiyor. Bilindiği gibi Yuan, Çin‘in sadece milli parası değil, çok daha fazlası, Çinlileri ve Çin tarihini simgeleyen bir “şifre-isim“. Çin Halk Cumhuriyeti’nin resmi para birimi Yuan‘dır ve Çin Merkez Bankası tarafından basılır. Yuan Hanedanlığı (1280-1368) yılları arasında egemen olmuştur. Çin’de bir araştırma yapılacak olursa en yaygın isimlerden birisinin “Yuan” olduğu görülür. Tipik bir örnek: Çin tarihindeki en büyük şair, bin yılı aşkın süreden beri Çinlilerin en çok sevdikleri klasik şairlerinin ismi “Qu Yuan” iken, bugün için Çin İstişare Komitesi üyesi ve Çin Askeri Akademisi Dünya Askeri Araştırmalar Enstitüsünün eski başkan yardımcısı Tümgeneralin ismi “Luo Yuan“dır. “Yuan” adeta Çinlilerin soyadı olmuştur.
Çin tarihi kadar mitolojisinde de “Yuan” ismi önemli bir yer tutmaktadır. Chiang-Yuan , Çin mitolojisinde bir tanrıdır. Bixia Yuan-jin, bir Çin tanrıçası olup, güya çocukların doğumundan ve kaderinden sorumludur. “Taoizm“de mistik yaratıklar, Yuan-shi tian-zong tarafından yönetilirler ve yılda bir kere ona raporlarını sunarlar.
Diğer taraftan Yuan hanedanlığı döneminde eski Lijiang kentindeki köprüler ve bazı yapılardan söz edilirken; bir yerel yönetici “Mu” ve onun “Mu konutu“ndan söz edilir ki bu da oldukça anlamlıdır. Metin aynen şöyledir:
“Antik Lijiang kentinde bulunan Mu konutu, Lijiang yerel yöneticisi Mu‘nun çalıştığı yerdi. Yuan hanedanı döneminde (1271-1368) inşa edilmeye başlayan Mu konutu, 1998 yılında kent müzesi haline getirildi. Üç hektar alanı kapsayan Mu konutu, küçüklü büyüklü toplam 162 odaya sahiptir. Konut içinde imparatorlar tarafından hediye edilen 11 tane yazılı levha asılıdır.”
Aynı şekilde “Mu“nun, Çin mitolojisinde yaygın kullanımını görmekteyiz. Özellikle bu ismin, daha yüksek seviyede tanrı ve tanrıça isimlerinde yer aldığını görmekteyiz. İşte içinde “Mu” bulunan tanrı ve tanrıça isimleri: King-Mu, Xi Wang-Mu, Mu-Gong, Mu-King, Mu-Lan, Mu-Cera, Mu-m-Mu, Mu-t, Nudim-Mu, Tian-Mu…
Çin efsanelerinde, Uygurların, 17.000 yıl önce gelişmelerinin zirvesinde olduğu anlatılır. Bu Uygurlar, Tufan‘dan önceki Uygurlardır ve “Mu toplumu“na bağlı koloni imparatorluğudur.
KABİLOĞULLARINA ELÇİ: ENOK (İDRİS)
Kabil oğulları kavmini İslam‘a çağırmak üzere uyarıcı elçi olarak İdris gönderildi. Taberi, Kabiloğullarının, İdris peygamberin bu davetine olumlu cevap vermediklerini “Tarih-i Taberi“de şöyle açıklar:
“Ateşe tapmayınız, şarap içmeyiniz, zina etmeyiniz!’ dedi. Bunlardan onları yasakladı. Fakat bu kavimden pek az kimse İdris‘i tasdik etti. Ateşe tapmayı bırakmadılar. Çok zaman fısk ve fücur içinde kaldılar. İdris‘e tabi olmadılar. Şit‘e inen suhufu (sahifeleri) onlara okudu. Halkı o kitabın hükümlerine uymaları için uyardı.”
Taberi, o tarihte devler ve cin-şeytanların insanlar tarafından gözle görüldüğünü ve insan toplumlarıyla devler arasında düşmanlık, cenk ve barış hallerinin Nuh tufanına kadar sürdüğünü, Tufan’dan sonra ise cin-şeytanların ve devlerin gözden kaybolduğunu bize nakleder.
MU KARASI, LEMURYA VE ATLANTİS
Yaklaşık olarak 12.000 yıl önce meydana gelmiş olan Nuh tufanından önceki zamanlara ait tahmini Mu, Atlantis ve Lemurya haritası.
Bugün müthiş bilgi kirliliği ve yanıltma, manipülasyon işlemektedir. Bu kavram ve bilgi kirliliğini bilinçli olarak kullanan İblis ve adamlarıdır. İnsanlığı “kadim planları“na alet etmek için sürekli “gerçek“le, “yalan“ı harmanlayarak, insanlık tarihinin en büyük “Fitne“sini hazırlamaktadırlar. Bütün vahye dayalı kavramların ve gerçeklerin altüst edildiği “enigmatik çağ“ın kapısını açmak üzere durmadan beyin yıkamaktadırlar. Bugünün gerçek vahiyden mahrum insanlık ise yarasalar gibi maalesef karanlığa doğru koşmaktadır. İşte tam bu zamanda Mu, Lemurya, Atlantis’le ilgili “bilgi kırıntıları”, İblis‘in açık ve gizli medyumlarınca; New Age‘ci, ezoterikçi kaynaklarca, “yaldızlı paketler” halinde piyasaya habire sürülmektedir.
İnsanlığın Tufan öncesi tarihinde yer alan Mu toplumu yahut imparatorluğunun sınırları; Tibet-Hint-Çin topraklarına; Doğu Asya‘nın güneydoğusunda yer alan Pasifik’teki tüm adaların da katılmasıyla oluşan geniş bir karayı kaplıyordu. Bu sınırları şöyle belirleyebiliriz: Burma’nın güneydoğu ucundan, Smith adası, Sumatra, Java, Avustralya ve Yeni Zelanda’nın alt ucundan Güney Amerika’ya yönelerek, yukarıya dönüp Japonya’yla daireyi tamamladığımız zaman;”Mu-Lemurya karasının batmış olan kısmı“nı da elde etmiş olacağız. Bu dairesel dönüşle, Doğu Asya‘nın güneydoğusuna, yarım daire yahut atnalı içinde kalan irili-ufaklı adalarla, Pasifik denizinin önemli bir kısmını katmış bulunuyoruz. Sınırlarını çizmeğe çalıştığımız bu genişletilmiş Asya, Mu ve komşusu Lemurya karasının toplamıdır. Başka bir ifadeyle; Doğu Asya‘nın jeolojik olarak da bir parçası olan ve “Solomon adaları“nı da içine alan “Pasifik’teki batmış bölge”, Mu‘nun komşusu Lemurya‘dır. Aynı zamanda bu Kara, Mu’yu, Nuh tufanı öncesi Güney Amerika’ya-Meksika’ya bağlayan bir köprü görevi yapmıştır.
Bugün bakıldığında, çerçevesini çizdiğimiz bu coğrafyanın, Asya‘nın devamı olduğu, ancak bir kuyruklu yıldız darbesiyle karanın bazı kısımlarının batarak bugünkü şeklini aldığı rahatlıkla söylenebilir. Zira “Mu karası“nın bir kısmının batışına işaret eden antik tabletler ve yazıtlar bulunmaktadır. Özellikle Mu karasının devamı olan “batmış kara”, cin-şeytanların yurdu Lemurya olarak adlandırılır. Solomon adalarını da içine alan ve Meksika körfezine doğru uzanan tamamen batmış “Lemurya karası“nın, “Mu karası“nın devamı olması sebebiyle Mu insan toplumu ile Lemurya cin-şeytan toplumu aynı toplum sanılmış yahutta karıştırılmıştır. Esasında bu karışıklığın arkasında İblis’in manipülasyonu vardır.
Mu uygarlığı hakkında ilk bilgileri, Hindistan‘da bulunan Nakal tabletlerinden öğrenen Albay James Churchward, “Kayıp Kıta Mu” kitabında şunları yazar:
“Uygur uygarlığının kaynağı, bugünkü Moğolistan ve Gobi çölünün dağ yamaçlarına yakın olan bölgeleridir. Çok nesiller önce insanlar bir kral seçmişler ve isminin başına da ‘Ra‘ ekini getirmişlerdi. Böylece o ‘Ra Mu‘ adı altında hiyeratik baş ve imparator olmuştu. İmparatorluk da ‘Güneş İmparatorluğu‘ adını almıştı. Tufan öncesi dönemde tarih sahnesinde bulunan bu kayıp ülkeye, değişik isimler verilmiştir. Tibet metinlerinde ondan Ra Mu diye söz edilirken, Amerika‘daki yazıtlarda Mu’nun Anavatanı olarak yer almaktadır.”
Mu toplumu; Kabil’in oğlu Yuan‘dan beri Lemuryalılar; yani cin-şeytanlar tarafından yönlendirilen, adeta yönetilen bir insan toplumudur. Bu nedenledir ki; tüm kültürlerinin, din anlayışlarının ilham kaynağı Lemuryalı cinlerdir ve onlarla uygarlıkları adeta bütünleşmiştir. Lemurya; esasında Lemura‘dır. Lemura’da; le-mu-ra açılımından oluşur. Yani “Mu-Ra”; “Ra’nın (İblis’in) Mu’su” demektir. “Ra”, “İblis’in, Güneş simgesinin arkasında saklanmasını sağlayan bir maskedir. Mu insan toplumunun; Mu ismi de Ra‘sı da Lemuryalı cinlerden ödünç alınmıştır ve bu iki ayrı “cin ve insan toplumu”nun efendileri aynıdır: İblis.
Gerçekte “Ra”, Allah‘ın Rahman ve Rahim sıfatlarının ilk iki hecesidir ve Allah‘ı temsil eder. Allah, Kur’an‘da: “Güneş ışıktır, Ay nurdur” der. Dolayısıyla Güneş (Ra) Allah‘ı simgelerken; Ay, Peygamberimizi simgeler. Ancak tüm şanını ve şerefini kaybeden insanlık düşmanı hırsız İblis, bu simgeyi de çalarak, arkasına saklanmış; cinleri, insanları ve toplumlarını saptırarak “şirk“e; oradan da “paganizme-putperestliğe” kaydırmıştır. Böylece Mu toplumunun tüm şeytanileşmiş dini anlayışları ve kutsal saydığı kavramlar, Mu‘dan sonra gelen Atlantis’e, oradan da arkadan gelen tüm “antik toplumlar”a, cin-şeytanlar tarafından taşınmıştır.
Bu “Mu karası“na Lemurya ismini yanıltıcı bir şekilde verenler; cin-şeytanların varlığını kabul etmeyen ve Mu‘ya komşuluğunu gizlemek isteyen kaynaklardır. Bu sınırlarını çizdiğimiz “kayıp kara“nın bir kısmında cin-şeytanlar yaşamaktaydı. Evet cin-şeytanlar, Adem‘in, Dünya’ya; yani “Güney Arabistan“a yerleştiği tarihten itibaren “dönen kılıcın alevi” olarak bu bölgeye yerleştirilmişlerdir. Kabil’in Yuan’ın soyu, Doğu Asya‘da çoğalıp “Mu toplumu“nu oluştururken; önceden beri bu bölgede yaşayan “cin-şeytanlar“ın komşuluğu ve kılavuzluğunda bir millet haline gelmiştir.
Burada cinoğullarının, ademoğulları Dünya’ya gelmeden önce bizim gibi 3-boyutlu kendi formlarında yaşadıkları; öldükleri zaman da bizim gibi iskelete dönüştükleri görüşümüzü kaydetmekte fayda vardır. Zira, “yüz binlerce senelik kafatası” bulan evrimcilerimizin anlamakta zorluk çektikleri “insan evrimi meselesindeki yanılgıları“nın önemli sebeplerinden birisi bu cin kafalarıdır, diğeri de cin-insan soyunun karışmasıyla ortaya çıkan “Ye’cuc-Me’cuc kafaları“dır…
CİN-ŞEYTANLARIN YURDU: LEMURYA
Solomon adaları ve Meksika körfezi arasında kalan batmış bölgenin, “Lemurya cin-şeytan toplumu“nun yurdu olduğunun altını çizmiştik. Bu Lemurya ismi, özellikle cin-şeytanlar tarafından kullanılmakta ve bu isimde kitaplar yazdırılmaktadır. Sonuç olarak Mu ve Lemurya, komşu iki toplumdur; biri Ademoğulları-Kainoğulları, diğeri cinoğullarıdır… Bütün antik toplumları kandıran cin-şeytanlar, Romalıları da işletmişlerdir. Nitekim kendi atalarının geceleri dolaşan ruhları (!) için Romalıların kullandıkları “lemures” kelimesi bir Lemuryalı oyunudur. Bugün de Romalıları kandırdıkları gibi çağdaş cahilleri de, atalarının ruhları, yahut ölülerin ruhları, yahut da ruh ve melek olarak kandırmaya devam ediyorlar.
Murry Hope, “Atlantis Efsane mi Gerçek mi?” isimli eserinde şunları yazar:
“Atlantis, Pasifik okyanusunda, Güney Amerika’nın batı kıyıları dolaylarında gelişmiş bir başka tarih öncesi uygarlıktan beslenmiştir. Gerçekte, eski Lemurya kıtasının, bir zamanlar Güney Amerika ve Asya’ya bağlı olduğuna inanan pek çok kişi vardır.”
Burada ifade edilen şudur: Atlantis’ten önce, Güney Amerika ile Asya arasında başka bir toplum-uygarlık vardır ki bu bizim dikkat çektiğimiz “Lemurya yurdu“dur.
Hope’ye göre; Hesiodos, bu “eski cin kavmi“nin helakından söz ederken şu ifadeleri kullanır: “Şimdi yazgı kapandı bu kavmin üzerine, onlar yeryüzünün kutsal cinleri, kötülükleri doğru yola çeviren, ölümlülerin koruyucuları.”
Bu ifadelerde anlatılan kavim, bize göre helak olan Lemurya cin-şeytanları, batan yurt da Lemurya yurdudur. Ayrıca insanlığın yol göstericileri ve koruyucuları cin-şeytanlar değil, gerçek meleklerdir. Bu cin-şeytanlar ise saptırıcı-aldatıcı ve helaka hazırlayıcılardır. MÖ 8. yüzyılda yaşamış bir Yunan şairi Hesiodos‘un, şeytani Yunan felsefesinin temsilcilerinden olduğu hatırlanacak olursa, cinlere yaptığı bu övgülerin boşuna olmadığı anlaşılır.
Lauren O. Thyme ve Sareya Orion’u medyum olarak kullanarak; yani onlara vahyederek “Lemurya Yolu” diye kitap yayınlatan cin-şeytanlar; bu kitapta, “Lemurya yaşamı” diye “şeytan toplumu“nun yaşamını ve Solomon adaları merkezli yurtlarını, insanlara özendirecek şekilde ve gerçekleri tahrif ederek anlatırlar. İşte bu kitaptan birkaç satır:
“Bizim uygarlığımız binlerce yıl önce, bugün Güney Pasifik denen bölgede bulunan büyük bir kıtada doğup gelişti. Üzerinde ana yurdumuzu kurduğumuz kıta, ayrıca Mu ya da Mukalia olarak da bilinir, ama biz Lemurya ismini kullanacağız. Lemurya, Atlantis olarak bildiğiniz uygarlıktan hem önce hem de onunla aynı zamanda var olmuştur. Ancak, bizim uygarlığımız, Atlantis uygarlığının tamamen yıkılmasından binlerce (!) yıl önce yok olmuştur.”
Burada tam bir dezenformasyon söz konusudur. İblis yöntemine göre; ya bir meselenin gerçekliği değiştirilerek batıla dönüştürülür, ya da gerçeklerin üzeri örtülerek unutturulmaya çalışılır. Burada olduğu gibi cin-şeytanlar, kendilerini, insanlığın atası, ilk gelişmiş insan toplumu olarak yutturmaya çalışıyorlar. Onun için de Mu ile Lemurya (kendi toplumları)nın aynı olduğu yalanını sürekli tekrarlıyorlar. Ayrıca yukarıdaki Lemurya ile Atlantis‘in helakları arasında binlerce sene olduğu iddiası gerçeği ifade etmiyor.
ATLANTİS TOPLUMU VE YURDU
Churchward, “Kayıp Kıta Mu” kitabında Atlantis’le ilgili şunları yazar:
“Mu Uygarlığı’nın en büyük evladı Atlantis‘tir. Atlantis, Grönland‘a yakın bölgelerden İrlanda‘yı içine alacak şekilde bütün Kuzey-Doğu Amerika‘nın doğu kıyılarından aşağıya doğru Güney Amerika’nın doğu kıyılarını kapsayacak şekilde bir bölgede yer almaktadır. Schliemann, yalnızca iki belgeye; Troano el yazması ve Lhasa belgesine dayanarak; Atlantis‘in Mu ülkesi olduğunu iddia etmektedir. Oysa bu kayıtlarda, Mu ve Atlantis‘in aynı yer olduğuna dair bir beyan yoktur, bu sadece Schliemann’ın düşüncesidir. Eğer başka kayıtları da inceleseydi, Mu topraklarının, Amerika’nın doğusunda yani Atlantis‘in bulunduğu yerde değil, Amerika’nın batısında olduğunu görecekti. Buna karşın hem Atlantis ve hem de Mu toprakları, volkanik patlamalarla helak olmuş ve batmışlardır. Bilim bunu kesin bir şekilde kanıtlamıştır.
“Atlantik okyanusunun kuzeyinde, Avrupa‘yla birleşen bir “kara yolu” vardı. Bu yol, Amerika, Grönland ve Norveç arasında yer alıyor ve batı çizgisi İzlanda‘dan Fransa‘nın kuzeybatı köşesindeki Cape Finisterre‘ye uzanan büyük bir üçgen çizen bir parçayla birbirine bağlanıyordu.”
Murry Hope ise “Atlantis Efsane mi, Gerçek mi?” isimli kitabında şunları söyler:
“Fenikeliler, Antilla dedikleri çok zengin gizli bir adadan söz etmekteydiler. Hindistan‘ın kutsal yazıları Puranalar‘da ve Mahabharata‘da, kendi alt kıtalarının yarım dünya uzağındaki okyanusta yer alan Attala adlı bir kıtaya gönderme yapmaktadırlar. İgnatius Donnelly, Atlantik okyanusundaki Kıta‘nın (Atlantis’in) batışı sırasında; her iki yanından yeni kıtaların yükseldiği bir dizi devasa değişimin son halkası olduğunu ileri sürer.
“Sulara gömüldüğü söylenen efsanevi ada Atlantis‘in ismi; ‘Atalantis‘ ya da ‘Atalantica’ olarak da yazılır. Atlantis efsanesine ilk kez Platon, Timaio adlı diyalogunda değinir ve Atlantis konusundaki bilgilere kaynak olarak da Solon‘u gösterir. Platon yine Kritias adlı diyalogunda da Atlantis’le ilgili olarak daha başka ayrıntılar verir ve burayı bir yeryüzü cenneti olarak tanımlar. Ada halkının atalarının, Poseidon tanrısı (şeytanı) ile insan anneden doğan nesil olduğunu ileri sürer. Efsane, Ortaçağda Yunanlılardan, Arap coğrafyacılara, onlardan da Avrupalı yazarlara geçer. 17 ve 18. yüzyıllarda da efsanenin gerçekliği konusunda tartışmalar devam eder. Montaigne, Buffon ve Voltaire gibi ünlü yazarlar bile bu efsaneye inanırlar.”
Atlantis efsanesi, birçok Avrupalı yazara da ilham kaynağı olur. F. Bacon’ın fizik bilimlerinin ideal devletini resmeden romanı “Yeni Atlantis” (New Atlantis); İsveçli Rudbeck’in (1679-1702) “Atland Eller Mahneim” adlı eseri; Kristof Kolomb’u yitik eski kıtaları aramaya çıkan biri olarak tasarlayan Katalan yazar Verdaguer’in, “I’Atlântida” (1877) adlı şiiri; G. Hauptmann’ın, aynı efsaneyi simgeleştirerek, bir kadın oyuncuya aşık olan bir bilim adamının psikolojisine uyguladığı romanı “Atlantis” (1912) ve P Benoit’nin, “l’Atlantide” (1919) adlı eseri bunlardan bazılarıdır.
Bu yazarlara göre Yunanlılar, çok eskiden, Atlas okyanusunda Herkül sütunları (Cebelitarık boğazı)’nın karşısındaki bir kıta adadan gelen Atlantislileri püskürtürler. Platon‘a göre bu olay, Solon‘un yaşadığı dönemden 9.000 yıl önce, yaklaşık MÖ 9600‘lerde geçmiştir.
Kemal Menemencioğlu, Solon‘la görüşen Mısırlı rahibin; Atlantis‘in hakimiyetiyle ilgili görüşünü; Platon‘a dayanarak şöyle aktarır:
“Atlantis adasında, hükümdarlar, hakimiyetini bütün adaya, öteki adalara, hatta kıtanın (Amerika?) bazı parçalarına kadar uzatan büyük, hayranlığa değer bir devlet kurmuşlardı. Bundan başka boğazın iç tarafında, bizim tarafta, Mısır‘a kadar Libya‘nın, Tyrhenia (Batı İtalya)’ya kadar da Avrupa‘nın hakimi idiler. Birgün bu devlet, bütün kuvvetlerini bir araya toplayarak sizin yurdunuzu, bizimkini, boğazın iç tarafındaki bütün ulusları boyunduruğu altına sokmak istedi… Ancak bundan sonra korkunç yer sarsıntıları, tufanlar oldu. Bir korkunç yağmurlu gün ve bir gecenin içinde, bütün savaşçılarınız birden, bir vuruşta toprağa gömülüp yutuldular. Atlantis adası da aynı şekilde denize gömülerek yok oldu. İşte bunun içindir ki, ada çökerken meydana getirdiği sığ bataklıklar yüzünden, o deniz bugün bile geçilmez, dolaşılmaz bir haldedir.”
TUFAN’IN BAŞLANGICINDA: MU VE ATLANTİS HELAK OLDU
Amerikan senatörü ve önemli Atlantis araştırmacısı olan Ignatus Donnelly (1831-1902) “Atlantis”i, “Tufan Öncesi Diyar” olarak niteler ve Atlantis‘in korkunç bir felaketle yok olduğunu, çok az kişinin sallarla kaçıp kurtulabildiğini ileri sürer.
Donelly, yaptığı araştırmalara dayanarak 500 sayfalık kitabında; eski ve yeni dünya arasındaki etnik, mitolojik, dini, dil, sanat, mimari, tarım, evcil hayvan benzerliklere işaret eden 650 kanıtı toplar ve bunların ortak bir kaynaktan geldiğini belirtir. Ayrıca, jeoloji, deniz coğrafyası, bitki ve hayvan türlerindeki kanıtlara yer verir. 1883’de “Ragnarok, the Age of Fire and Gravel” adındaki eserini yayınlar. Bu kitabında Nuh tufanından önce Dünya‘ya bir “kuyruklu yıldız“ın çarptığını iddia eder.
Churchward, “Kayıp Kıta Mu“da; Mu ve Atlantis‘in, nasıl ve ne zaman helak olduğunu açıklar. İşte bu açıklamaların bir özeti:
“Kara parçasının, kadim zamanlarda, biri hiyeratik diğeri ise coğrafi olmak üzere iki ismi vardı. Hiyeratik isim Mu‘ydu; coğrafi ismi ise Batı ülkeleriydi. Atlantis ve hem de Mu toprakları, volkanik patlamalarla helak olmuş ve batmıştı. Bilim, bunu kesin bir şekilde kanıtlamıştır. Aşağılara, daha aşağılara cehennemin ağzına “ateşten bir gölge“ye doğru indi. Koskoca kıta, parçalar halinde ateşten ibaret bir uçurumun içine düştü “her taraftan saldıran alevler tarafından yutuldu.”
“Sais mabedinin baş rahibi Suçis, Solon‘a; Atlantis‘in, 11.500 sene önce battığını ve bu büyük karanın batışına bağlı olarak Batı ülkelerine (Mu’ya) gidişin önünün kesildiğini ve Atlantis‘in ötesinde bulunan “aradaki ülke“nin (Lemurya’nın) da büyük bir afete kurban giderek yok oluşundan dolayı, artık oraya geçmenin imkânsız olduğunu anlatmıştır.”
Aşağıda Lhasa belgesinden ilginç bir alıntı bulacaksınız:
“Şimdi deniz ve gökyüzünden ibaret olan yere Bal yıldızı düştüğü zaman; altından giriş kapıları, transparan mabetleri olan yedi şehir, fırtınaya tutulmuş yapraklar gibi sarsılmaya, savrulmaya başladılar.
“Bu Uygarlık (Mu), 11.500 ve 11.750 yıl önce, Atlantis‘in batışından kısa bir süre evvel bu bölgenin altındaki ve civarındaki gaz kuşaklarının yukarı doğru zorlanması ve aynı paralelde dağların yükselmesi sırasında sulara gömülmüştür. Uygur İmparatorluğu, Mu‘nun en başta gelen koloni imparatorluğuydu ve Doğu yarısı Tevrat‘ta geçen “Tufan” sırasında mahvolmuştu.
Haritada bu antik kalıntının(Yonaguni) yeri işaretlenmiştir.
Taiwan’ın 40 km açıklarında, Japonya’nın güneyinde Yonaguni adasının açıklarında; 1986 ve daha sonra da 1998 yıllarında; 200 m uzunluğunda, 25 m yüksekliğinde bir pramit yapı ve bazı kalıntılar keşfedilmiştir. 10 bin yıldan beri su altında bulunan bu yapılar, Mu imparatorluğunun Tufan sırasında Lemurya ile beraber batmış kısmında bulunmaktadır ve büyük bir ihtimalle Mu uygarlığına aittir. Batık kentle ilgili deniz altı görüntüsü.
“Mısırlı rahip-tarihçi Manetho, papürüslerden birisine şöyle yazmıştı: “Atlantisli bilgelerin hükümranlığı 13.900 yıl sürdü.” Atlantis, 11.500 yıl önce batmıştır. Büyük merkezi gaz kuşağı, Mu ve Atlantis‘i batırmıştı. Pasifiği çevreleyen kuşak Bering kara köprüsünü batırmıştı; Apalaş-İzlanda-İskandinavya kuşağı, Avrupa kara yolunu batırmıştı.”
Hope ise, Mu ve Atlantis‘in batışını şöyle özetler:
“Plato‘nun anlatımıyla, kuyruklu yıldızın yaklaşmasıyla hızlanan şiddetli doğal felaketler ortaya çıktı. Zac ayının on birinci Muluk‘unda, Çan‘ın altıncı günü, Chuen‘in on üçüne kadar süren korkunç depremler oldu. Kil tepeler ülkesi Mu ve Moud (Lemurya?) bu felaketin kurbanıydılar. İki kez sarsıldılar ve bir gecede yok oldular. Yer kabuğu, basınca dayanamaz hale gelip derin yarıklarla birbirinden ayrılana dek yükseltip alçaldı. Bu olay, MÖ 8060 yıl önce gerçekleşti. Efsaneye göre Atlantis kıtası bir zamanlar Pasifik okyanusu boyunca uzanan ve Mu adı verilen daha büyük bir kara kütlesinin bir parçasıydı; bu kıtaya sonradan bilim adamı Sclater, Lemurya adını vermiştir. Pasifik okyanusunda batık ada, hatta kıtalar bulunduğuna dair efsaneler vardır; eski bir Havai efsanesi, “Anavatanımız… krallar, okyanusun dibinde yatıyor” der.
“Atlantis‘in yok oluşuna, dev bir göktaşı neden oldu. Yeryüzü dışından gelen nesnenin asteroit değil de bir kuyruklu yıldız olduğu görüşü de pek çok ünlü destekçi bulmuştur. Muck’ın, Atlantis‘in sular altında kalışı konusunda hesapladığı MÖ 8498 tarihini, ya da, daha iyisi Mooney, Ivimy, Spence ve diğerlerinin verdiği daha sonraki tarihleri düşünecek olursak, sarkacın savruluşuna insanı tedirgin edecek kertede yakın olduğumuz ortaya çıkar.”
MU VE ATLANTİS’TEN ÖNCE DE “LEMURYA” HELAK OLDU
“Enok’un Kitabı“nda Bölüm 66 ve 67’de “cin-şeytanlar“ın ve yurtları Lemurya‘nın helak oluşu Nuh‘a vahyediliyor ve aynı zamanda ona gösteriliyor. İşte Nuh’un bu vahye dayalı anlatımları:
“Bölüm 66:
4. Ve Tanrı, adaletsizlik gösteren o gözcüleri (cin-şeytanları), büyük babam Enok‘un daha önce bana ‘Batı’da gösterdiği altından, gümüşten, demirden, kurşun ve kalaydan dağlar arasındaki yanan vadiye tıkayacak.
5. O vadiyi gördüm. Karalarda ve denizlerde büyük bir sarsıntı vardı.
6. Tüm bunlar olurken, o ateşli, metalden ve onun hareketinden bir sülfür kokusu çıktı ve koku sularla birleşti. İnsanlığı yoldan çıkaran gözcülerin vadisi o toprak altında yandı.
7. O vadide, dünyada yaşayanları saptıranların cezalandırılacağı ateşten ırmaklarda akıyordu.
10. Vücutları yandıkça, ruhlarında ebediyen bir değişiklik meydana gelecek.
12. Vücutların şehvetine inandıkları ve Tanrı’nın (yarattığı) ruhu inkar ettikleri için onlara yargılama gelecek.
13. Ve o sularda, o günlerde bir değişiklik olacak. O gözcüler, o sularda cezalandırıldığında, o suların sıcaklığı değişecek.”
“Bölüm 67:
2. O gün Yüce Mikail, Rafael’e (Azrael’e) dedi ki: “Gözcülerin yargılanmasının şiddetinden dolayı ruhun gücü beni sersemletiyor, titretiyor. Onları titreten bu şiddetli yargılamaya kim dayanabilir?” Yüce Mikail tekrar Rafael’e dedi ki: “Liderleri yüzünden onlara uygulanan bu yargılama karşısında kimin kalbi yumuşamaz, kimin içi titremez?”
4. Ruhların Tanrısı’nın önünde yüce Rafael, Rakael’e dedi ki: “Tanrı’nın gözü önünde olmayacaklar. Ruhların Tanrısı onlara kızdı, çünkü onlar, Tanrı kendileriymiş gibi davranıyorlar. O yüzden gizli bir yargı ebediyen buldu onları şimdi.”
Nuh‘un bize aktardığı yukarıdaki vahye dayalı bu ifadelerde, tüm sorularımızın cevapları saklıdır. Bunları maddeler halinde şöyle ifade edebiliriz:
1) Helak olanlar gözcüler; yani cin-şeytanlardır ki; bugün kendilerini “tanrı, melek, ruh yahut uzaylı” diye insanlığa pazarlıyorlar.
2) Yaşadıkları yer, yani yurtları; Enok tarafından kendisine “Batı“da gösterilmiş. Burada “Mu ve Lemurya Karası“nın bir adının da “Batı ülkeleri” olduğu hatırlanmalıdır.
3) Bugün bu bölgede; Solomon adaları ve bölgeye komşu; Papua Yeni Gine, Avustralya, Yeni Zelanda gibi adalarda 4. ayette ifade edilen madenler önemli bir yer tutmaktadır.
4) “Karalarda ve denizlerde büyük bir sarsıntı vardı” ifadesinde, kuyruklu yıldız darbesi ve volkanik patlamalara açıkça işaret ediliyor ki; bugünkü bilimle ve kanıtlarla örtüşüyor.
5) “Sülfür kokusu çıktı ve sularla birleşti” ifadesi, volkanlara işaret ettiği gibi, cin-şeytanların yapısındaki sülfür kokusuna da bir göndermedir.
6) “Dünya’da yaşayanları saptıranların cezalandırılacağı ateşten ırmaklar”, “vücutları yandıkça”, “o gözcüler, o sularda cezalandırıldığında, o suların sıcaklığı değişecek” ifadeleri bizce anlamlı bilgiler içeriyor.
7) Allah’ın azabı karşısında Baş melek Mikail bile ürperdiğini söylüyor ki, bu helakın şiddetini bize göstermektedir.
8) Yukarıda “Enok Ye’cuc-Me’cuc’u İfşa Ediyor” başlığı altında cinlerin liderlerinden bir grubun, “nesli bozma, Ye’cuc-Me’cuc üretme” suçunu işlediğini ifade etmiştik. Ayrıca Mikail’in “liderleri yüzünden onlara uygulanan bu yargılama” ifadesi bu tespiti bir kere daha doğruluyor.
9) “Tanrı kendileriymiş gibi davranıyorlar” ayeti, cin-şeytanların temel sapkınlığını net bir şekilde tanımlıyor. Bugün de “kendilerinin ve hatta tüm insanların tanrı olduğu” şeytani yalanları, zehirli ve süfli propagandalarının temeline ışık tutuyor. Unutmayalım ki; Adem’i ve Havva’yı da cennette “Tanrı olma” zehirli yalanıyla kandırmışlardı.
Lemuryalı olduklarını söyleyen “cin-şeytanlar”, Atlantis‘ten önce adalarının ve toplumlarının helak olduğunu tevil etmeye çalışsalar da; bu gerçeği inkar edemiyorlar. İşte Lemuryalı olduklarını söyleyen cin-şeytanların, medyumları aracılığıyla yaptıkları konuşmalar:
“Lemurya, Atlantis olarak bildiğiniz uygarlıktan hem önce, hem de onunla aynı zamanda var olmuştur. Ancak, bizim uygarlığımız, Atlantis uygarlığının tamamen yıkılmasından binlerce (!) yıl önce yok olmuştur.
“Yerküre’nin çekirdeğindeki büyük patlamalardan ötürü, Lemurya’yı oluşturan kara kütlesinin parçalanıp dağılmaya başladığını büyük bir üzüntü ve korkuyla gördük. Depremler, dev dalgalar ve volkanik patlamalar kıtamızı paramparça etti. Yerkabuğu kayarken Lemurya kıtasının birçok parçası suya gömüldü. Okyanus suları boşlukları kapladı ve bir çok Lemuryalı öldü.
“Uygarlığımızın ölümüne birkaç etken yol açmıştı. Genç Gaia (toprak-yer) giderek şiddetlenen sancılar çekiyordu. Ana yurdumuzun tektonik tabakaları kayıyor ve birbirinin altına gömülüyor, Yerkabuğu’nun eğilip bükülmesine, kabarmasına; ve çatlayıp yarılmasına yol açıyordu. Bunun sonucunda daha güçlü depremler, dev dalgalar ve volkanik patlamalar meydana geldi ve bunlar giderek sıklaştı. Çok geçmeden ana yurdumuzun (Lemurya’nın) tamamen yok olacağını sezdik.”
Allah’ın helakını gizlemeye çalışan cin-şeytanlar, bugün de tüm olayları, insanlara ve dünyanın hakim güçlerine fatura ederek, Yüce Allah‘ın uyarısını ve tehdidini ellerinden geldikçe unutturmaya çalışıyorlar. Böylece “Allah korkusu“nu tamamen yeryüzünden; insalardan silmek istiyorlar. Maalesef bugün bu amaçlarına da ulaşmışlardır.
LEMURYA, MU, ATLANTİS ÜÇLÜSÜ: YE’CUC-ME’CUC (DEVLER) ÜRETTİ VE HELAK OLDU
Araştırmamızda geldiğimiz noktayı kısaca tespit etmeliyiz ki; bu iki insan, bir de cin-şeytan toplumunun neden helak olduklarını anlayabilelim. “Güney Arabistan“da Dünya yaşamına başlayan Ademoğlu‘nun Kabil kolunun, Asya‘ya geçmesiyle başlayan doğuya yayılma serüveni, Nuh tufanına kadar Mu ve Atlantis toplumlarını oluşturmuştur. Kabil soyu toplumlarının, “kadim dini-kültürel felsefeleri“nin oluşumunda ve gelişiminde en büyük pay; bu iki insan toplumunun arasında yaşayan “Lemurya cin-şeytan toplumu“na aittir. Lemurya, cin-şeytan toplumu, en eski toplum olan Mu ve onun devamı olan Atlantis‘in arasında Pasifik‘te yer almaktaydı. Lemuryalı şeytanlar, bir üst boyutta olmaktan kaynaklanan görünmezlik yeteneklerini kullanarak, bu toplumları sinsice yönlendirmiş; insan neslini bozmakla kalmamış, insanlık tarihini adeta “paganizme-putperestliğe-panteizme” mahkum etmiştir.
Bu iki topluma başlangıçtan itibaren rehberlik eden, onları manipüle eden; her türlü doğal olayların arkasındaymış süsünü vererek, onları korkutan ve “Mu-Atlantis çok tanrıcı kadim Ra (Güneş) dini“ni oluşturan işte bu “Lemurya cin-şeytanları“dır. Mu ve Atlantis‘in felsefi takipçisi olan Mısır, Sümer, Babil, Çin, Hint, Yunan ve Roma toplumları da aynı “Güneş dini“nin zamana ve şartlara bağlı çeşitli versiyonlarını yansıtmaktadırlar.
Mu ve Atlantis‘in “şeytani felsefesi“, bu toplumlarda egemen olunca, insanlık tarihinde o güne kadar görülmemiş bir şekilde Allah‘ın koyduğu sınırlar zorlanmış, insan fıtratı ve nesli bozularak büyük bir suç işlenmiştir. İlk ve belki de son defa cin-şeytanlar, insan soyu ile birleşerek lanetli bir neslin ortaya çıkmasına sebep olmuşlardır. Kimdir bu lanetli nesil? Elbette “devler” yahut diğer ismiyle Ye’cuc-Me’cuc… Evet, yukarıda delilleriyle ortaya koyduğumuz gibi Ye’cuc-Me’cuc;yani “devler“, baştan çıkarılmış Mu ve Atlantis toplumlarının, cin-şeytanlarla olan ilişkisinin bir ürünüdür. Bu “üçlü kadim toplumun helakı“nın asıl sebebi; Sonsuz Yüce Rabb’imizi ve O’nun tüm yasalarını örterek, İblis’e köle olmalarıdır.
Taberi, “Milletler ve Hükümdarlar Tarihi” kitabında, Ye’cuc-Me’cuc’un, Mu’nun oğulları olduğunu; Hazar ve Türk topraklarının doğusunda ortaya çıktıklarını söyler. Ve yine Saklep, Burcan ve Uşpan‘ların da Yuvan (Yuan)’ın oğulları olduğunu ifade eder ki; bu kavimlerin, Mu‘yu meydana getirdiği kanısındayız.
“Ölü Deniz Parşömenleri Kumran Yazıtları“nın “Yaratılış Çağları (4QI80)” bölümünde; İblis ve onun meleklerinin (!); yani gözcüler denen cin-şeytanların, insan kızlarına yaklaştığı, onların da “devler“i doğurduğu ve böylece yeryüzünde fesadın ve kaosun yayıldığı vurgulanır.
Ye’cuc-Me’cuc‘ların kimler olduklarını; yeryüzünü nasıl fesada, zulme boğduklarını ve arkasından Allah’ın azabının nasıl kaçınılmaz hale geldiğini, Enok (İdris) peygamber, en çıplak bir şekilde özetliyor:
“Bölüm 15:
8. Şimdi bu ruhtan ve etten olma devlere, dünyada kötü ruhlar denecek ve mekanları dünya olacak. İnsanlardan ve gözcülerden doğdukları için onların bedenleri kötü ruhlara hizmet edecek. Göğün ruhlarının mekanı gökler, dünyada doğan dünya ruhlarının mekanı, dünyadır.
9. Devlerin ruhları, dünyaya zulüm, yozlaşma, savaş ve bela getirecek.
10. Feryatlara neden olacaklar. Onların yemeğe ihtiyacı yoktur, ama yine de acıkırlar, susarlar. Ve suç işlerler. Bu ruhlar, insanoğullarına, özellikle kadınlara zulmedecek, çünkü onlardan çıktılar.”
“Bölüm 9:
1. Sonra Mikail ve Cebrail, Rafael, Suryal, Uriel; göklerden aşağı bakıp dünyada dökülen hesapsız kanı, işlenen sonsuz kötülükleri gördü. Birbirlerine dediler ki:
2. “Boşalan dünyanın çığlıkları, göklerin kapısına ulaştı…
8. Kadınlardan devler doğdu.
9. Sonra da tüm dünya kan ve günahla doldu.
10. Bak şimdi ölenlerin ruhları ağlıyor.
11. Ve çığlıkları cennetin kapılarına ulaşıyor.”
İşte helakın gerçek sebep budur. Nuh tufanı gibi “evrensel bir helak“ın gerçek sebebi budur. Bu sapkın “cin-insan ilişkisi“nin vahiy kaynaklı delillerini, son olarak vereceğimiz mitolojik kanıtlarla zenginleştireceğiz. İnsan-cin toplumlarının ürettiği “devler“in; yani “Ye’cuc-Me’cuc“un varlığının ve insanlığın başına nasıl bela olduğunun bir başka kanıtı olan “devler mitolojisi“ne bir göz atacağız:
“DEV MİTOLOJİLERİ”: “YE’CUC-ME’CUC BELASI”NIN BİR BAŞKA KANITIDIR
Nevada’daki “Humbolt Müzesi”nde, Lovelock mağarasında bulunan Dev iskeletlerinden birine ait bir kafatası.
Hemen hemen tüm toplumların efsanelerinde, masallarında “devler“den söz edilir. “Devler“, tüm insanlığın ortak hafızasında silinmez, derin izler bırakmıştır. Kimdir bu “devler?” Neden tüm milletlerin efsanelerinde “devler” denen bu acaib yaratıklar yer alır? Mu, Atlantis, Yunan, İskandinav, Güney Amerika, Avrupa, Kafkas, Türk, Pers, Moğol, Hint vs. eski toplumların kendilerine has “devler mitolojisi” ve bu “devler“le mücadele eden kahramanları vardır. Bu ortak ve adeta mütevatir bir mertebeye ulaşan “devler“in varlığıyla ilgili metinler, mitoloji olsa da bir gerçeği yansıtmıyor mu? Kaldı ki Kur’an, Tevrat, İncil ve tüm vahye dayalı açık-saklı metinlerde bu gerçeğe ışık tutulmaktadır. Kur’an‘da “Ye’cuc-Me’cuc”, Tevrat‘da “Yegog-Megog”, Enok (İdris)’de “Devler” gibi… Bakalım Wikipedia’da devler nasıl tanımlanıyor:
“Dev, birçok farklı kültürün efsane, folklor ve mitolojisinde yer alan bir doğaüstü yaratık. Genellikle insan görünümünde fakat anormal büyüklükte ve çok kuvvetli tasvir edilmiştir. Kadın veya erkek olabilir. Farklı bölgelerin mitolojilerinde, kökenlerine dair farklı inanışlar vardır. Örneğin Hint-Avrupa mitolojilerinin çoğunda, kaos ile ilişkilendirilmiş lanetli bir ırktır ve yabani bir doğası vardır.”
Taberi, “Milletler ve Hükümdarlar Tarihi“nde, Kaf dağında yaşayan ve kendilerine zarar veren “devler“den şikayet eden bir kavmin diliyle, bu “devler“i; yani Ye’cuc-Me’cuc‘u bize şöyle anlatır:
“Ey Şah! Bu dağın ardında bir taife insan vardır ki onlara Ye’cuc ve Me’cuc derler. Kimisinin boyu bir karıştır. Kimisinin ise uzundur. Yüzleri adama benzer. Dişleri domuz dişi gibi ağızlarının dışındadır. Kulakları ise boyları kadardır. Başlarından ayaklarına kadar vücutlarını kıl tutmuştur. Yedikleri yazları yılan, kışları ise ottur. Daima yurtlarından çıkarlar, gelirler bizi incitirler. Burada ne görürlerse alırlar.”
Taberi, “Tarih-i Taberi“de; Kaynan’ın oğlu yahut torunu Keyumers’in, “devler“le savaşından ve onları nasıl etkisiz hale getirdiğinden bahseder. Bu anlatımlardan bir bölüm aşağıda verilmiştir:
“(Keyumers), devlere saldırdı. Devler de Keyumers’in heybetinden korkup kaçtılar. Onun oğulları nicesini esir etti. Keyumers, o tutulan devleri, Allah’u Teala‘nın adı ile bağladı. İşinde kullandı. Oğulları, devlere ne iş buyursalar yaparlardı. Bir yere gidilse üstlerine binilirdi. Devler, oradan bir türlü kurtuluş yolu bulamamışlardı. Allah’u Teala‘nın adından dolayı da bu halka ziyan ve zararda bulunamazlardı.”
“Tarih-i Taberi“de, Mu ve Atlantis döneminde “devler“in ve “cinler“in gözle görüldüğü, ancak Nuh tufanından sonra kayboldukları ifade edilir:
“O tarihte devler ve periler gözle görülebilirdi. Öyle ki insanlarla, onlar arasında dostluk, düşmanlık, cenk ve barış halleri olurdu. Bu hal, ta Nuh zamanına kadar sürdü. Tufan‘dan sonra periler ve devler gözden kayboldu.”
“Mitoloji Sözlüğü” Tibet maddesinde şunları yazar:
“14. yüzyıldan kalma bir metin olan ‘Kralın Sözlerinin Kitabı‘nda; çok daha eski geleneklerin varlığı dile getirilmektedir. Bölümlerden birinde ilk kralın iktidarından önce Tibet‘e hakim olan şeytansı mitik yaratıklar anlatılır. Önce siyah bir şeytan hüküm sürdü ve ülke, şeytanlar ülkesi diye tanındı. Bundan sonar Niyen-po ve Cin-po isimli cinler çıktı. Sonra bir şeytan ve bir Dev anası hüküm sürdü. Ve ülke iki kutsal öcü ülkesi diye tanındı. Buradan et yiyen kırmızı yüzlü yaratıklar ortaya çıktı. Sonra yılanlar ve güçler hüküm sürdüler ve ülkenin tamamı Tibet adını aldı.
“Çin’in Seu-çuan eyaletinin batısında yaşayan Kiangların mitolojisi, onların önce başka yerlerde yaşadıklarını, daha sonra bölgelerine göç etmek zorunda kaldıklarında ‘Qa‘ adı verilen yaratıklarla mücadele etmek ve onları burdan kovmak zorunda kaldıklarını anlatır. Bu ‘Qa’lar, güçlü ama aptal yaratıklar olarak gösterilmiştir. Geniş ve sağlam yapıları, uzun dişleri vardı, mağaralarda yaşarlardı.”
İskandinav topluluklarından olan ve antropoloji yönünden Moğol sayılan Finlilerin milli destanı “Kalevala“dan; Vipunen devi‘yle savaşan kahraman ozan Vainamöinen‘le ilgili şiirsel deyişlerinden bazı ifadeler aşağıya alınmıştır:
“Duydum ki Dev Vipunen, haftalık uykusuna yattı, yok ortada kapanları, ağları, Dev görünmez oldu. Yer altında dinlenir. Vipunen’in yanına vardı, (dedi ki): ‘Sözü bol bunak dev‘... Sıyırdı kılıcını; demir, sağlam kargısıyla ejderhaya yüklendi dedi ki: ‘Köle oldun insanoğluna, son ver artık uykuna, çık haftalık uykundan, toprakların altından.’… Zavallı adamı yuttu dev, dedi ki: ‘Yüzlerce insan yuttum, bin yiğiti yok ettim, böylesini görmedim.'”
Yunan mitolojisinde alınlarının ortasında tek gözleri olan “kikloplar“dan; yani “devler“den bahsedilir. Onlar, insanlardan ve cinlerden korkmayan, zalim, insan etiyle beslenen yaratıklardır ve mağaralarda yaşarlar. Türk mitolojisinde bunların karşılığı “Tepegöz“dür.
Dr. Ufuk Tavkul, “Kırım Dergisi“nde, Nart destanları ve “emegenler” (devler) konusunu şöyle açıklar:
“Kafkas halklarının mitolojisi olarak da adlandırabileceğimiz Nart destanları, Karaçay–Malkar folklorunun en önemli bölümlerinden birini oluşturmaktadır. Kafkas mitolojisine göre bugünkü Kafkasya halklarının ataları sayılan efsanevi bir halk olan Nartlar, destanlarda anlatılanlara göre atı evcilleştirmişler, demiri bulmuşlardır. Nartlar, mertliğin, cesaretin, iyiliğin ve Kafkas kültürünün sembolüdürler. Son derece akıllı ve usta savaşçılar olan Nartlar, insanüstü varlıklar olan düşmanlarını kaba kuvvetle değil, ince zekâları ve kurnazlıkları ile yenmektedirler. Dağıstan halkları ‘Kafkas kültürü‘nü meydana getiren Kafkas halklarıdırlar. Nartlar, ‘dev yaratıklar‘ olan amansız düşmanları ‘emegenler‘ karşısında savaşta başarısızlığa uğradıklarında, Nart yaşlıları, Demirci Debet‘i bulup, ona ‘emegenleri‘ yenebilecekleri bir kılıç yaptırmaları için genç Nartları Debet‘in yaşadığı Elbruz dağına gönderirlerdi.”
Kafkas efsanelerinde anlatılan çirkin, insanüstü güce sahip devlere; emegen yahut imegen denir. Kafkas Nart efsanelerinde “emegenler“ çok çabuk çoğalırlar. Nart kahramanları, sürekli “emegenler“le savaş halindedirler. Nart kahramanları, üstün zekalarıyla emegenleri her zaman yenmeyi başarsalar da, emegenlerden çok çekinmektedirler. Çünkü emegenler, yakaladıkları zaman Nartları yemektedirler.
Kafkasya, kafkas halkları ve Abhazlarla-devler mücadelesi konularında; Ömer Büyüka‘nın “Abhaz Mitolojisi Anaç mı?” çalışması, kaynak bir çalışmadır ve bu dev efsanelerine yeterince ışık tutmaktadır. “Ateşi çalan Promete” olayının da esasen bir Kafkas efsanesi olduğunu; Tufan‘dan sonra ateşsiz kalan “artık toplumlar“ın, “devler“den ateşi çalarak; hem yaşamlarını kolaylaştırdıklarını, hem de ateşle-demircilikle devlerden kendilerini daha iyi koruyabildiklerini bu çalışmadan öğreniyoruz. Bu çalışmadan çok özet bir anlatım aşağıya alınmıştır:
“Daw=Dağ adlı halkın anayurdu olan Kafkas=Kaf dağı ve arkası, Doğu efsanelerinde devlerin yurdu olarak gösterilir. Nitekim Nordik mitolojisinde insan öncesi yaratığı olarak inanılan Ymerlere, Dev ırkı diyorlar ve Ymer sözcüğü, Daw gibi Kafkas sözcüğüdür. ‘Dağ‘ ve ‘büyük‘ anlamlarındaki adın böylece devlere de verilmesi, devlerin de zamanla dağ gibi büyük olarak tasarlanması sonucunu vermiştir. Gerek Abhazların ve gerek Eski Doğu medeniyetlerinin genelinde, bu devlerin fizik yapısının ve fizik gücünün insanüstü büyük olduğu, ancak kafa gücünün; yani aklının az olmasından, insan zekâsına çok kez yenildiği görülür. Devler, fizikçe kendilerinden çok ufak ve güçsüz olduklarından insanları horlayarak onlara ‘Apsuwan Ççiye=miskin Abhaz‘ derlerken; Abhazlar da devlere; ‘Daw xıda=kafasız Daw (Dev)’ derlermiş.
“Ateş ise Kafkas‘ın volkanik yüksek dağlarında barınan devlerin tekelindeydi. Onlar Apsıwa Ççiye= Miskin Abhaz dedikleri halkı, zaman zaman basıp öldürürler, hayvanlarını sürüp götürürlerdi ve öte-berilerini de alırlardı. Miskin Abhazlar, kendilerinden fizik güççe hiçtirler, ancak akıl ve zekaca üstün olduklarından, ateşi kapmaları halinde, kıllı devlere yenilmeyeceklerdir. Bu nedenle devler, uyurken de, uyanıkken de ateşlerinin etrafını kuşatarak onu korurlardı.”
Turgut Gürsan’ın “Yeraltındaki Gizli Dünyalar” kitabında şu ifadeler yer alır:
“Peru‘nun efsanevi ‘devler‘i, ülkedeki megalitik yapıların ustalarıydı. Tiahuanaco’nun esrarengiz insanlarının bu devler olduğu sanılmaktadır. Eski Avrupa‘nın da devleri vardı. Homer’in Lestrygonları devlerdi. Bu devlerin eski Norveç‘te yerleştikleri sanılmaktadır. Norveç’teki bazı mağaralarda devasa boyutlarda kol ve bacak kemikleri bulunmuştur. Bazı iddialara göre, Tufan‘dan önce ve sonra ortaya çıkan bu devler, Atlantis‘teki aşağı bir kastın lideri idiler. Atlantis’teki egemen kasta karşı isyan etmişlerdi.”
Beowulf destanı bir Anglosakson destanıdır. Ancak Anglosaksonlardan değil, İskandinavyalılardan bahseder. İskandinavya, Anglosaksonların anayurdudur. Bu destan, İngilizlerin en eski destanı olarak bilinir. Beowulf adındaki güçlü bir İskandinav, gürültüye tahammül edemediğinden insanları öldüren Grendel adında bir canavarı (devi) öldürür. Beowulf destanında, “Grendel devi“nin annesinin Kabil soyundan geldiği anlatılır.
1930’lu yıllarda İngiliz edebiyat tarihi Profesörü J.R.R. Tolkien, Beowulf‘tan esinlenerek “Hobbit“i yazar. Tolkien’in “Hobbit” romanında “orklar“; “daima aç” olarak resmedilir. “Orklar”, atlar ve insanlar da dahil her türlü eti yerler. “Orklar“ın kendi türlerini de yediklerine dair kesin bir ifade geçmese de, orkların kendi türlerini de yiyebileceklerine dair üstü kapalı ifadeler vardır. “Yüzüklerin Efendisi” filmi, gerçekleri alt üst eden saptırmalarıyla İblis’in planına hizmet etse de; orklar (devler) gerçeğini yansıtmıştır.
Cin-şeytanlar, insanlardan kendilerini çoğaltmak isterken, nasıl Ye’cuc-Me’cuc ürettikleri gerçeğini gizlemek isteseler de; medyumları aracılığıyla zaman zaman gerçek kırıntılarını yumurtlayarak kendilerini ele veriyorlar. İşte “Lemuryalı bir cin-şeytan taifesi“nin, dostlarına açıktan fısıldadıkları gerçek kırıntılarından bir demet:
“Atlantislilerin, Lemuryalılarla yakın ilişki kurmaları yarı Lemuryalı, yarı Atlantisli bebeklerin doğumuyla sonuçlandı. İki toplumun birbirine karışması tüm Lemurya titreşimini düşürdü ve bu durum daha sonra uygarlığımızın çöküşüne katkıda bulundu. Ayrıca insanlarımız, birçoğu Atlantislilerle ve kıtamıza gelen diğer ziyaretçilerle evleniyorlardı. Bu evlilikler çoğaldıkça, Lemurya titreşimimiz daha da düştü. Ancak, meydana gelen şiddetli Yerküre değişiklikleriyle birlikte, hiçbir Lemuryalı dışarıdan biriyle evlendiği için yargılanmıyor, ya da eleştirilmiyordu.
“MÖ 10.000 yıllarında Lemuryalılar ve Atlantisliler birbirlerini ziyaret etmeye başlamışlardır. Görünen o ki aralarında bulunan bazı temel sorunlara rağmen her iki ülkenin de insanları birbirlerinden etkilenmişlerdir; hatta aralarında evlilikler bile gerçekleşmiştir. Bu yaratıklar ilk başta üzerinizde insan görünümündeymişler gibi bir izlenim uyandırabilirler ancak genelde pençe, kuyruk, kanat veya ayak yerine toynak gibi hayvanlara has uzuvlara sahiplerdi. Bazılarının kalın kürkleri vardı, bazıları ise cüceydi.”
SONUÇLAR
Sonuç olarak bu kapsamlı çalışmamızdan çıkaracağımız sonuçlar, elbette tartışılabilir sonuçlar olacaktır. Ancak insanlık tarihi, Kabil soyu Mu-Atlantis, ortaya çıkan Ye’cuc-Me’cuc ve Yaklaşansaat‘le ilişkisi konularında ulaştığımız bu “sonuçlar yahut tezler sistemi” tartışılır olsa da; bizim için gerçeğe en yakın sonuçlardır. Ayrıca giderek artan bilimsel, arkeolojik araştırmalar ve Yaklaşan Saat’in alametlerinin bu çalışmamızı doğrulayacağı kanaatini taşımaktayız. İşte vardığımız sonuçların bir özeti:
1) İnsanlığın kökeni, yaşadığı ilk Dünya bahçesi; “Mekke merkezli Aden-Yemen-Umman bölgesi“dir, yani “Güney Arabistan“dır. İnsanlık buradan Dünya’ya yayılmıştır ve üç yayılma yönü vardır: Birinci yön; Aden körfezinden Güneydoğu Afrika yönündedir. İkinci yön; Arabistan‘ın ortasından Mekke-Medine istikametindedir ve buradan da Ortadoğu ve Mezopotamya‘ya ya yayılmıştır. Üçüncü yön ki bu araştırmamızın temel konusunu teşkil eder; Umman körfezinden Doğu’ya; Kabil kapısından Asya yönünedir.
2) Kabil soyu, Asya’da yoğunlaşarak “Mu toplumu“nu ve daha sonra da “Atlantis toplumu“nu oluşturmuştur. Bu toplumlar, Adem- Nuh tufanı zaman aralığında yaşamış “kadim toplumlar“dır. Bu toplumlara, ikisinin ortasında Pasifik‘te batmış olan “Lemurya kıtası“nda yaşayan “cin-şeytan toplumu” komşuluk ve rehberlik etmiş ve “İblis merkezli Güneş (Ra) dini ve kültürü” egemen olmuştur.
3) Bu kadim Mu-Atlantis toplumlarındaki tüm gizemli-şeytani semboller, törenler, dini ritüeller ve çok tanrıcılık; bu toplumlar, Tufan’la yok olmasına rağmen; Nuh tufanından sonraki toplumları; özellikle Eski Mısır, Eski Yunan, Sümer-Babil, Moğol, Çin, Hint, Japon toplumlarını da etkilemiştir. Bu etkilemenin iki yolu vardır: Birincisi; Nuh tufanından kurtulan yüksekte yaşayan az sayıda topluluklar, bu dini-kültürel aktarımı yapmışlardır. İkincisi; cinlerin, hatta cin-şeytanların hepsi ve tabii ki İblis, tufanda helak olmamışlardır ve bu “şeytani dini“, Tufan sonrası Nuhoğullarına aktarma görevini hakkıyla (!) yerine getirmişlerdir.
Lemurya şeytanlarının dostlarına yazdırdıkları “Lemurya Yolu” kitabında bu gerçeği bakın nasıl itiraf ediyorlar:
“Ama bizim fikirlerimiz, yaşam tarzımız ve bilgimiz, Dünya’nın birçok bölgesinde, özellikle yerli halkların kültürlerinde, bazılarımızın yaklaşan felaketten kurtulmak için kaçtığımız topraklarda varlığını sürdürürler. Biz Amerikan yerlilerinin, Aborjinlerin, Peru yerlilerinin, Hawaililerin, Tahitililerin, Samoalıların, Tibetlilerin ve daha birçoklarının bizim soyumuzdan geldiklerine inanıyoruz.”
Aslında burada, bu topluluklarla, özellikle yerlilerle bütünleştikleri, Nuh sonrası Mısır gibi antik toplumları manipüle ettiklerini itiraf etmiş oluyorlar.
Bugünkü masonluğun köklerini ve gizemli ritüellerinin kaynağını Mu-Atlantis‘te ve elbette Lusifer (İblis)’de aramak gerekir. Bugün masonlar, bu bağlantıyı eserlerinde ilan etmekten şeref duyuyorlar. Masonluğun kurucusu Lusifer’dir. Masonluk, Süleyman Peygamberden ve müminlerden rövanş almak için organize edilmiş olsa da, masonik tarikatın sembolleri-ritüelleri ve kutsalları, köklerini Mısır‘a, oradan da Mu ve Atlantis‘e dayandırmaktadır. “Yüzüklerin Efendisi” filmi, bu rövanşın en açık belgesidir. Sitemizde bu filmin analizi yapılmıştır, dileyen bu analizi okuyabilir.
4) Kabil‘den itibaren cin-şeytanların etkisine giren bu Mu-Atlantis toplumlarının, bugün İblis’in medyumları ve ışık işçileri (!) tarafından açık ve gizli propagandası yapılmaktadır. Öyleki bu kadim toplumların, çok gelişmiş, bu çağın da ilerisinde; Güneş enerjisiyle gemiler işleten, ses enerjisini kullanan, DNA üzerinde çalışmalar yapan “altın çağ toplumları” olduğu yalanı, maalesef birçok yazarların kitaplarında flaş iddialardır. Bütün bunlar, aldatma aldanma sonucu ortaya çıkmış, birtakım Mu-Atlantis araştırmacılarını da etkilemiş yaldızlı palavralardır.
Mu-Atlantis toplumları, bu çağ teknolojisiyle hiçbir ilgisi olmayan, ilkel sayılabilecek ve elbette kendi çağlarına göre organize toplumlardır. Kaydettikleri en büyük gelişme; her türlü sihir-büyü tabanlı karanlık işler, şeytanlarla dostluklar kurmak ve onların manipülasyonunda; nesebi ve nesli bozarak Sonsuz Yüce Allah‘ın azabını davet etmektir.
Bugün Yaklaşan Saat‘te dünya insanlığını tamamen ele geçirme peşinde koşan İblis, melek postuna bürünerek, önce Atlantis edebiyatıyla Atlantis‘i göklere çıkarıyor; sonra da: “Ey insanlar sizler Atlantis çocuklarısınız, tekrar Dünya’da yeni Atlantis‘i kurmak istiyorsanız, kalbinizi ve beyninizi bize teslim edin.” diye her ay ışık işçilerine (!) mesajlar yayınlıyor.
5) Mitolojilerde “devler” olarak geçen Ye’cuc-Me’cuc, insanlık tarihinin birinci periyodunda; yani Adem-Nuh arasındaki dönemde; muhtemelen Enok (İdris) Peygamberin babası Yeret zamanında ortaya çıkmıştır. Mu-Atlantis toplumlarının kızlarıyla, Lemurya cin-şeytan toplumunun öncülerinin birleşmesinden Ye’cuc-Me’cuc devleri ve cüceleri ortaya çıkmıştır. Devler, oldukça boylu ve güçlü oldukları için insanlara büyük zararlar vermiş; Dünya’da kaos oluşturmuşlar ve mitolojilere geçmişlerdir.
Texas’daki Mt Blanco Fosil Müzesi”nde bir Dev iskeletinin uyluk kemiği uzunluğu 47inç (120 cm). 1950’nin sonlarında, Türkiye’nin güneydoğusunda Fırat Nehri vadisinde yapılan çalışmalarda Devlere ait birçok mezar ve kemik bulunmuştur. Bu Dev ayakta iken uzunluğu 14-16 feet (427 cm-488 cm) dir. Devlerin soyları da zamanla insanlar gibi kısalmıştır. Bu kemik muhtemelen Dev soyundan birisine ait olmalı.
Bu insan-cin ilişkisinden ortaya çıkan insan benzeri yaratıkların, insanların ve cinlerin üstün özelliklerini toplayan “üstün insan” beklentisi, insanların da, cin-şeytanların da bir beklentisiydi. Böylece İblis, bu ara üretimle, insanlığı tamamen kontrol altına almayı ve kendisinin kölesi yapmayı planlamıştı. Ancak tüm planlar, “Allah’ın Planı“nın içindedir, Allah neyi dilerse o gerçekleşir; Allah’a köle olanlar kurtuluşa, İblis’e tabi olanlar ise yok oluşa sürüklenir. Böylece şeytani beklentiler suya düşmüş; akli melekeleri zayıf, bedensel yapıları anormal büyüklükte yahut küçüklükte; hem insanlara ve hem de cinlere düşman lanetli yaratıklar ortaya çıkmıştır. İşte “Ye’cuc-Me’cuc milleti“nin aslı budur.
Bugün de “üstün insan” yaratma hevesinde olan evrimci-bilimciler, nasıl bir ateşle oynadıklarının farkında değillerdir. Şayet bu bilimciler; az bilgiyle, bazı deneysel başarılarla, evrimin kerametine (!) inanarak bu yolda hırsla ve hevesle çabalarını sürdürmeye devam edecek olurlarsa aynı akıbete uğrayacaklardır, bundan şüpheniz olmasın!
6) O halde Ye’cuc-Me’cuc‘un iki ana üretim merkezi vardır. Birincisi; Asya’da Mu toplumu, ikincisi; Atlas okyanusunda batmış bulunan Atlantis toplumu. Üçüncü bir merkez gibi gözüken Kafkasya‘nın durumu bizce tartışmalıdır. Kafkasya’da cin-şeytanlarla böyle bir ilişkiye giren bir toplumun varlığı konusunda hiçbir kayıt, delil yahut işaret yoktur. Üstelikte burada ortaya çıkan ve Kafkasya‘da yaşayan topluluklara zarar veren devler; Ye’cuc-Me’cuc, Nuh tufanından daha sonra ortaya çıkmıştır ve çıkış kapıları da Zu’l-Karneyn tarafından kapatılmıştır. Biz bu devlerin, Tufan’dan kaçıp Kafkas dağlarında saklanan “artık devler” olduğu kanaatindeyiz.
7) Nuh Tufanı, sadece Dünya’nın sular altında kalması değildir. Bu bir sonuçtur ve bu sonuç, Nuh öncesi uygarlıkların silinmesi ve örtülmesini sağlamıştır. Böyle evrensel bir Tufan’ın olması için; “çok sayıda kuyruklu yıldızın, Dünya’ya çarpması, atmosferde sürekli su buharı bırakması, magmanın hararetinin ve basıncının artması sonucu şiddetli depremler ve volkanik patlamaların oluşması; bazı karaların batması ve bazı karaların yahut dağların ortaya çıkması” gerekir. İşte Dünya sular altında kalmadan önce bu müthiş doğal felaketler gerçekleşmiştir. Bugün Karadeniz gibi bazı iç denizlerin de Nuh tufanı sürecinde oluştuğu, konunun uzmanlarınca ifade edilmektedir.
Evet, Dünya, küresel çapta sular altında kalmadan önce Lemurya kıtası battı, Mu toplumu ve karasının bir kısmı helak oldu, arkasından da Atlantis kıtası battı. Kuyruklu yıldız darbeleriyle, hem Lemurya-Mu-Atlantis toplumları ve hem de yeryüzündeki “devler“in bir kısmı helak oldu. Diğer bir kısmı da yaşadıkları yer altı mağaralarıyla birlikte battı yahut da dağlara hapsedildi.
Allah‘ın vaad ettiği gün gelinceye kadar çoğalacaklar ve Yaklaşansaat‘in sonuna doğru, Nuh tufanı öncesine benzer şekilde; “şiddetli depremler-volkanik patlamalar, yarılan dağlar, yere batan yahut denizden yükselen karalar” süreciyle tekrar ortaya çıkacaklar ve her bir tepeden saldıracaklardır.
8) Devlerin ortaya çıktığı iki ana toplum merkezi yahut bölgeden birisi yukarıda belirttiğimiz gibi Asya, diğeri de Atlas okyanusuydu. O halde devlerden bir kısmı helak olurken, bir kısmının bu iki bölgede saklandığını düşündürecek işaretler mevcuttur. Böylece Ye’cuc-Me’cuc’un saklandığı üç muhtemel yerden söz edebiliriz: Birincisi; Dünya’nın çatısı olarak bilinen ve yüksek dağlardan oluşan Tibet platosu; özellikle Tibet‘in güneyindeki Himalayalar serisi, yahut da Asya‘nın doğusunda Pasifik denizidir. İkincisi; Atlas okyanusunun kuzeyi; İzlanda-İskandinav-İngiltere üçgeni. Üçüncüsü ise; Derbent‘e yakın Dağıstan-Azerbaycan sınırında; Şah-Tufan-Kızılkaya Kafkas dağları bölgesidir.
Ye’cuc-Me’cuc‘un, “yeraltı“nda saklı olduğu Kur’an ifadelerinden anlaşılsa da; yerlerini tam olarak tahmin etmek oldukça zordur. Bu konuda bizim yaptığımız da, bazı işaretlere dayanarak kabaca tahminde bulunmaktır. Bu üçüncü merkez Kafkasya yahut “Kaf dağı” konusunda yazacağımız çok şey var, ancak bu konu, başka bir çalışmanın konusu olabilecek kapsamdadır. Biz burada kısaca bazı işaretlere dikkat çekeceğiz.
Nitekim KAF suresindeki 36. ayet oldukça anlamlıdır. Hem surenin ismi KAF‘tır, hem de 36. ayette Ye’cuc-Me’cuc’un yer altı sığınaklarına bir işaret vardır. İşte ayetin ifadesi:
Biz, onlardan önce yakalayış bakımından daha şiddetli nice nesilleri helak ettik. (Onlar), kurtuluş-kaçış var mı diye sığınaklı beldeler oydular.
[KAF (50)/36]
Burada “Kaf” harfini-kelimesini incelediğimizde; “devler” kavramıyla bağlantılı ilginç bir durum karşımıza çıkmaktadır. “Kaf/Kof/Kuf” harfi; Arapça, Aramice, Suryanice ve İbranice de benzerlik arzetmektedir. Özellikle Arapça ve İbranice’de kök anlamı ortak olup; şu kök anlamlara haizdir: “İğne deliği”, “delik”, “boş”, “baş-ense”, “kof” gibi. Ayrıca “Kaf“tan, Arapça‘da “peşine düşmek”, “izlemek” anlamına gelen kelimeler türetilirken; İbranice “maymun” anlamına da geldiği ifade edilir.
Özetle, “kof-kafasız-boş”, “maymun” ve “delik” anlamları; “devler“e, onların açtıkları “yeraltı tunelleri”ne ve “mağaralar“ına doğrudan bir işarettir. Ayrıca, özellikle Kafkasya‘ya devler, muhtemelen “yeraltı boşluklarını-tünelleri izleyerek–açarak” gelmişlerdir. Kafkas dağları; yani “Kaf” dağı bu bakımdan anlamlı bir isimdir ve “devler“in özellikleriyle ilgili mesajları kapsamında barındırmaktadır. Kafkasya‘da, Rus bilim adamlarınca, yakın zamanda böyle “yeraltı tünelleri şebekesi”nin keşfedilmesi de bizce oldukça manidardır.
9) Nitekim Zu’l-Karneyn‘in Batı’dan, Doğu’ya ve sonra da tekrar Batı’ya; muhtemelen Kafkasya‘ya yolculuğunda bazı ima ve işaretler mevcuttur. Bu yolculukla ilgili ayetlerin bize verdiği haberlerin zamanı, amacı ve işaretleri nedir? İşte yorumumuz:
Bu yolculuk, Nuh tufanından sonra Dünya‘dan sular çekilip, yaşam normalleştiği bir sırada, Ye’cuc-Me’cuc artıklarından az bir kısmının muhtemelen Kafkasya‘da ortaya çıktığı bir zamanda yapılmıştır. Bu yolculuğu anlatan ayetlerin bize verdiği mesaj; Nuh tufanından arta kalan kavimleri, yurtlarını, durumlarını ve de Ye’cuc-Me’cuc’un saklı olduğu coğrafi bölgeleri ifşa etmektir. Nitekim biz 8. maddede; “Asya yahut Doğusu Pasifik ve Atlas okyanusunun kuzeyi“ndeki iki bölgeden söz ederken delillerimizin en önemlilerinden birisi, aşağıdaki ayetlerin verdiği mesajlar olmuştur. İşte Zu’l-Karneyn’in Kur’an’daki anlamlı yolculuğu:
(Ey Muhammed), sana Zu’l-Karneyn’den sorarlar. De ki: “Size, ondan bir hatırlatma ve açıklama yapacağım.”
Gerçekten, Biz ona yeryüzünde imkan- güç ve her şeyden bir sebep verdik.
Ve arkasından o bir sebebe (yola) tabi oldu.
Güneş’in battığı yere ulaşıncaya kadar. Onu (Güneş’i) sıcak bir balçıkta batıyor buldu ve onun yanında bir kavim gördü. Dedik ki: “Ey Zu’l-Karneyn, istersen onlara azap et; istersen onlara güzel davran.”
(Zu’l-Karneyn) dedi ki: “Kim zulmederse onu biz ileride azaplandıracağız; sonra Rabb’ine döndürülür; O da onu görülmemiş bir azapla azaplandırır.”
“Kim iman eder ve salih amellerde bulunursa, onun için güzel bir karşılık vardır. Ona yakında emrimizden kolay olanı söyleyeceğiz.”
Sonra o (yine) bir yol tuttu.
Sonunda Güneş’in doğduğu yere kadar ulaştı; onu (Güneş’i), o kavmin üzerine doğarken buldu. Öyleki kendilerini Güneş’ten koruyan bir örtü (perde) kılmadığımız bir kavim.
[KEHF (18)/83-90]
Sonra bir yol (daha) tuttu.
Ne zaman ki iki seddin arasına ulaştı, onun (iki seddin) dışında bir kavim buldu. Öyleki neredeyse bir sözü anlayamıyorlardı.
[KEHF (18)/92-93]
Yukarıdaki KEHF (18)/83-90, 92-93 ayetlerinin verdiği mesajlar ve surenin ismi olan “Kehf” kelimesinin “mağara” anlamına gelmesi oldukça manidardır. İşte bu ayetlerin tefsiri ve bize verdiği mesajlar:
a) Zu’l-Karneyn, önce Batı’ya gidiyor, gittiği yer Atlas okyanusudur. Nuh tufanından önce kuyruklu yıldız vurması ve volkanik patlamalarla buradaki Atlantis kıtası batmıştır. Özellikle Atlas okyanusunun kuzeyi adeta çamurdan sıcak bir balçıktır. Platon’un ifade ettiği gibi “sığ bataklıklar” söz konusudur. Okyanusun yanında bulduğu kavim, Tufan‘dan kurtulmuş ademoğlu “artık bir kavim“dir. Allah, Enok‘a (İdris-Hızır) verdiği gibi Zu’l-Karneyn‘e yetki veriyor; “ister azab et, ister güzel davran.” Ancak Zu’l-Karneyn, azab etmiyor ve uzun bir gelecekte azaba uğrayacaklarını söylüyor, adeta bu azabı Yaklaşansaat‘e havale ediyor. Elbette Yaklaşan Saat’e ulaşacak olan bu gibi artık zalim kavimlerin nesilleridir, kendileri değil. Bu yolculuğun Batı’ya; Atlas okyanusuna yapılmasında önemli bir işarette; Atlantis çocukları olan Ye’cuc-Me’cuc‘un “yeraltı merkezi”ne yapılmıştır.
b) Sonra Batı’dan Doğu’ya gidiyor, Güneş’in doğduğu yere; yani Asya’nın doğusuna; Pasifik denizine. Öyleki orada da Güneş’in üzerine doğduğu bir kavim buluyor. Bu kavim de, Nuhoğlu değil Ademoğlu, Tufan artığı bir kavimdir. Bu kavmi de, Batı’daki kavim gibi ne uyarıyor, ne azab ediyor ve ne de salih bir kavim olarak nitelendiriyor. Ancak burada verilen mesaj, bu kavmi Güneş‘ten koruyacak bir sütre; tepe ve dağın olmayışıdır. Burası Gobi çölünün doğu sınırıdır. Gobi çölü ile Pasifik okyanusu arasında; Gobi çölünden Pasifik’e doğru gidildikçe alçalır, denize ulaşır; bu arada Güneş‘i engelleyecek hiçbir dağ-tepe yoktur. Bu yolculukta da ikinci bir işaret ise yine bu bölgede saklı Ye’cuc-Me’cuc‘e bir göndermedir. Böylece biri Batı’da, biri Doğu’da olmak üzere; “yer altında iki Ye’cuc-Me’cuc saklanma merkezi“nden söz edebiliriz.
c) Neden “Güneş’in battığı”, “Güneş’in doğduğu” diye sürekli Güneş‘e vurgu yapılmıştır acaba? Elbette burada bir yön bildirimi olmakla beraber başka bir mesaj da vardır bizce. O da, bu iki “artık kavm“in ataları Atlantis-Mu ve dinleri de “Güneş (Ra) dini“dir. Güneş’in sürekli vurgulanması bizde Mu-Atlantis ve “Güneş dini” çağrışımı yapmakta ve adeta Ye’cuc-Me’cuc’un kordinatlarını vermektedir.
d) Doğu’dan sonra Zu’l-Karneyn, tekrar bir yol tutup, Kafkasya‘ya gelmiştir. İki dağ arasına; yani iki sedde ulaşmış, bu seddin dışında bir kavimle karşılaşmıştır ki; neredeyse bu kavim, derdini anlatacak ve sözü anlayacak bir dilden mahrumdur. Yani dili gelişmemiş Tufan artığı bir kavim. Ancak bu kavim, diğer Batı’daki ve Doğu’daki kavimlere göre muhtemelen daha iyi ve yardımı hak ediyorlar. Zu’l-Karneyn‘den, kendilerine zarar veren Ye’cuc-Me’cuc şerrinden koruyacak bir set yapmasını taleb ediyorlar, Zu’l-Karneyn de bu seddi yapıyor.
Evet, söz konusu olan bu bölge neresidir? “Büyük Hadis Külliyatı“nda yer alan bir Hadis’te anlatılan; demir ve demirciliğin eski zamanlardan beri yaygın olduğu yer, bizce Kafkasya; Kafdağı‘dır. İşte bir Sahabe’nin anlatımı:
“O, Ebu Bekre’ye, ahalisi sadece demir ile uğraşan bir ülkeye gittiğinden söz etti. Bir eve girmiş. Güneş batarken o güne kadar duymadığı bir ses duymuş. Adam korktum derken, ev sahibi korkma! Bu sana zarar vermez. Çünkü bu, şu anki Seddin yanından ayrılan Kavmin (Ye’cuc-Me’cuc’un) sesidir. Onu görmekten hoşlanır mısın, deyince; ‘evet’ dedim. Hemen ona gidip baktım ki; yapısındaki demir kerpici kocaman bir kaya gibi duruyor. Sanki mürekkep renginde bir buz gibiydi. Çivileri ise büyük kalasları andırıyordu. Peygamber (sav)i gördüm ve bunu ona bildirdim. Bana: ‘Onu anlat’ buyurdu: O’na dedim ki: ‘Sanki o mürekkep renginde bir buz gibiydi.’ Şöyle buyurdu: ‘Seddi gören birini kim görmek isterse bu adama baksın.'”
(Rudani, C.5, Hno: 9191)
10) Zu’l-Karneyn’in Doğu’dan dönüp geldiği yer Kafkasya‘dır. Ye’cuc-Me’cuc‘un, bir setle, muhtemelen Kaf dağında bir setle kapatılması, dağlarda-mağaralarda saklı olduklarının başka bir kanıtıdır. “Kafkas“, esasında “Kaf-kas” gibi iki heceden oluşmaktadır. Birincisi yani “Kaf“, dağların adıdır ki mitolojilerde “Kafdağı“, “Kaf dağının arkası” olarak geçer. “Kas” ise orada yaşayan halklardır. Etimolojik olarak da “ketş, ketiş, kedş, kedoş” kelimeleriyle bağlantılı olduğu ileri sürülmüştür. “Kedoş” ise İbranice kutsal anlamına gelmektedir. Ayrıca “kas” kelimesi; İbranicede “taht, saltanat, şah” anlamına gelir ki, Kafkas dağlarının en meşhurlarından biri olan Şah dağıyla bağlantılıdır. Hatta bugün Azerbaycan’da; Şah dağının yakınında “7 köy” vardır ki; her birinin dili-geleneği kendine hastır, benzeri yoktur ve tarihsel köklerine de ulaşmak mümkün değildir. Bu oldukça kadim olan köylere Şahdağı halkları denmektedir. Bu “7 köy“den özellikle Şah-Tufan-Kızılkaya dağları üçlüsünün yakınında bulunan “Kınalık” köyü incelendiğinde, tarihlerinin Nuh tufanından önceye gittiği izlenimi doğar. Azeri kaynaklarının tamamında, Şah halkından olan “Kınalık köyü” şöyle anlatılır:
“Nuh tufanının devrinde Ketş halkı, Ketş dağlarında yaşardı. Allah tarafından başveren zelzele zamanı orada hiçbir ev salamat kalmamıştır, bütün evler yıkılmıştır. Sağ kalanlar ise çayı geçerek küçük bir tepeye sığınmışlardır, böylece Kınalık ortaya çıkmıştır.”
İşte Zu’l-Karneyn’nin, geldiği bu “iki sed“din yakınında “bulduğu kavm“in isteğini yerine getirirken Kur’an diliyle verdiği mesajlar:
Dediler ki: “Ey Zu’l-Karneyn, şüphesizYe’cuc ve Me’cuc, Arz’da(Yer’de) fesat çıkarıyor. Bizimle, onlar arasında bir set yapman için, sana bir haraç verelim mi?”
(Zu’l-Karneyn) dedi ki: “Rabb’imin bana verdiği imkan (güç) daha hayırlıdır. Siz bana kuvvetinizle yardım edin, sizinle onlar arasına aşılmaz bir engel yapayım.”
“Bana, demir kütleleri getirin.” Nihayet dağın iki yamacı arasını, bir seviyeye kadar (demirle) doldurunca. “Bu (kütleler) kor haline gelinceye kadar üfleyin (körükleyin)! Bana getirin, üzerine erimiş bakır dökeyim” dedi.
(Artık bundan sonra Ye’cuc-Me’cuc) onun üzerinden aşmaya ve onu delmeye güç yetiremezler.
(Zu’l-Karneyn) dedi ki: “Bu Rabb’imden bir rahmettir. Ne zaman ki; Rabb’imin vaadi gelir, o engeli (seti) yerle bir eder. Rabb’imin (Ye’cuc-Me’cuc) vaadi gerçekleşir.”
O gün, bazısını (Ye’cuc-Me’cuc’u), bazısının (o Hakk’ı örtenlerin) üzerine dalga dalga bırakırız. Arkasından Sur’a üfürülür ve onları, bir toplayışla toplarız.
[KEHF (18)/94-99]
Kaf dağında ortaya çıkan ve Zu’l-Karneyn tarafından çıkış yerleri yahut mağaraları kapatılan Ye’cuc-Me’cuc olayı, doğru sonuçlara ulaşmamız için bize ışık tutmaktadır. Özetle insanlıktan kaçıp kuzeye dağlara; dağlardaki dev mağaralara sığınan Ye’cuc-Me’cuc‘un (devlerin) bir kısmı, Tufan öncesi felaketlerle ve Tufan‘la helak olurken; diğer bir kısmının, saklandıkları “yeraltı mağara şehirleri“yle birlikte battıklarını söyleyebiliriz.
Kaf dağındaki “devler“in ise buraya Tufan‘dan kaçarak sığındıklarını ve Tufan‘dan kurtulduklarını düşünebiliriz. İkinci bir durum ise 8. maddede açıkladığımız “Kaf/Kof/Kuf” kök harfinden; “izlemek”, “ardına düşmek” anlamına gelen türemiş kelimeler; bize “devler“in, Kuzey Doğu’dan veya Kuzey Batı‘dan; ancak “yeraltından boşlukları-tünelleri izleyerek-açarak” Kaf dağındaki çıkış mağaralarına gelmiş olmalarıdır. Sonuç olarak Kaf dağında Tufan‘dan sonra ortaya çıkan “devler“in, bu bölgede üremediklerini ve burada “saklanan artık devler” olduğuna inanmaktayız.
11) “Zu’l-Karneyn” kimdir? Zu’l-Karneyn iki çağın adamıdır. Nuh öncesi Nuh sonrası çağın birleştiği yerde bulunuyor. Zu’l-Karneyn, Arapça bir kelimedir ve “Zu” ve “Karneyn” kelimelerinin birleşmesinden meydana gelmiş bir sıfattır. “Zu“, bir şeyin sahibi demektir. “Karneyn” ise tekil olan “Karn” kelimesinin tesniye (ikili)sidir. “Karn“; “boynuz, nesil, asır, çağ, zaman” anlamlarına gelir. Dolayısıyla “Karneyn“; iki boynuzlu, iki nesilli, iki zamanlı demektir. Biz bu karşılıklardan “iki zamanlı” anlamını tercih ediyoruz ve “Zu’l-Karneyn”e, Sonsuz Yüce‘nin ilim verdiği “iki zamanlı bir nebi” diyoruz.
Batı’ya ve Doğu’ya gidiyor; adeta zamanda ileri ve geri gidiyor. Ancak esas anlamı, iki zamanı yaşamış, iki zamanlı birisi ki; bize göre Enok‘tur (İdris). Yazımızın başında da ifade ettiğimiz gibi Kur’an, insanlık tarihini ikiye ayırıyor. Birinci zaman Adem’den-Nuh’a; ikincisi Nuh’tan-Yaklaşansaat’edir. İdris, bu iki zaman periyodunda bulunan ve “melek boyutuna yükseltilmiş bir nebi“dir. Yukarıda 10. maddede de zikrettiğimiz KEHF (18)/83-90 ayetleri dikkatle okunacak olursa; Zu’l-Karneyn‘in konuşma tarzı ve kendisine verilen yetkiler, Enok‘la (İdris) tamamen örtüşmektedir. Kendisine Allah katından bir ilim, imkan-güç verilen ve her bir sebebi işletebilen Enok‘tur (İdris-Hızır). İdris (Hızır)-Musa kıssası incelenecek olursa; yetkinlik ve konuşma tarzı; “biz şöyle yaptık” gibi ifadeler, bizi İdris‘e götürmektedir. Ayrıca, Zu’l-Karneyn bir isim değil sıfattır ve bu sıfat, en güzel şekilde İdris‘i tarif etmektedir.
Zu’l-Karneyn’in, İskender olduğunu söyleyen müfessirler, külliyen hata etmişlerdir. Hem de yaptıkları azim bir hatadır. İskender ile Zu’l-Karneyn, Doğu ve Batı kadar birbirine uzaktır. İskender‘in, bırakın peygamberliğini, “İslam Milleti“yle uzak-yakın bir ilgisi yoktur. Bu yaygın aldanış, Eski Yunan‘ın ve şeytani felsefesinin, İslam bilginlerini nasıl etkilediğinin bir kanıtıdır. Yine Moğollar, Çinliler, Türklerin; yani Nuh oğlu Yafesoğullarının Ye’cuc-Me’cuc sanılması da büyük bir yanılgıdır ve tarihsel bir hatadır.
Aynı şekilde diğer din mensupları; özellikle Yahudiler-Hıristiyanlar, kendilerini Yaklaşan Saat‘te kurtarılmışlar olarak gördükleri gibi; kalplerindeki kinle orantılı olarak da düşmanlarını Ye’gog-Me’gog ilan etmekten geri durmuyorlar. Bunların hepsi bir aldanma ve aldatmadır ve gerçekte “O Gün“ün bir adı da unutmayalım ki “Aldanma Günü“dür.
12) Son olarak deriz ki, Yaklaşan Saat‘te Sonsuz Yüce Allah‘ın takdir ettiği vakit-aşama geldiğinde; kuyruklu yıldız darbeleriyle arz yarılır, dağlar batar, dağlar yükselir ve Ye’cu-Mecuc ortaya çıkar. Adeta geometrik olarak çoğalan, “O Gün” için hırsla bilenen bu insanlık düşmanı yaratıklar ortaya çıkacaklar ve herbir tepeden saldıracaklardır. İşte “O Gün” gelmeden bizi şiddetle uyaran konuyla ilgili Kur’an ayetlerinin az bir kısmı:
(Zu’l-Karneyn) dedi ki: “Bu Rabb’imden bir rahmettir. Ne zaman ki; Rabb’imin vaadi gelir, o engeli (seti) yerle bir eder. Rabb’imin (Ye’cuc-Me’cuc) vaadi gerçekleşir.”
O gün, bazısını (Ye’cuc-Me’cuc’u), bazısının (o Hakk’ı örtenlerin) üzerine dalga dalga bırakırız. Arkasından Sur’a üfürülür ve onları, bir toplayışla toplarız.
[KEHF (18)/98-99]
Bir ‘Karyete’ (İsrailoğulları) ki, onları helak etmeyi haram (kıldık). Şüphesiz onlar, (Hakk’a) dönmezler
Ta ki Ye’cuc, Me’cuc çıkıncaya ve her bir tepeden akın edinceye kadar!
Hak ‘vaad’ (helak) yaklaşmıştır. O zaman, Hakk’ı örtenlerin gözleri, bir noktaya dikilecek ve: “Vay başımıza, biz bu şeyden(helaktan), gaflet içindeydik. Bilakis bizler, zalimleriz” (diyeceklerdir).
[ENBİYA (21)/95-97]
Evet, Yaklaşan Saat‘te ortaya çıkacak olan “Ye’cuc-Me’cuc saldırısı”nın ne derece muhkem ve şiddetli bir hak tehdit olduğunu bilmek isteyenler; Sitemiz’in “YE’CUC-ME’CUC” bölümündeki “KUR’AN’DA YE’CUC-ME’CUC”, “HADİS’TE YE’CUC-ME’CUC” ve “TEVRAT’TA YE’CUC-ME’CUC”; “Ayet, Hadis ve haberler“ini bu yazıdan sonra tekrar okuyabilirler.
Sonuç olarak şunu da herkes bilmelidir ki; sözünü ettiğimiz; Kur’an‘da ve hatta Tevrat’ta sıkça bahsedilen “O Gün”; “Fiili kıyamet olan 2. Saat” değildir, “1. Saat“tir ve Ye’cuc-Me’cuc saldırısından sonra da elbette Dünya’da hayat devam edecektir. Ve elbette bu zalim yaratıklar, helak ettikleri zalim kafirler gibi helak olacaklardır.
Ey! Her şeyin en doğrusunu bilen ve yarattığı her varlığa layıkı vechiyle muamele eden Rabb‘imiz, “Sen Sonsuz Yüce“sin! Ey Latif sıfatıyla her şeye nüfuz eden, tüm varlıkların hayatı-ölümü ve cezalandırılması elinde olan Sonsuz Yüce, yaklaşmakta olan “O Gün’ün azabın“dan ve “Deccal Fitnesi“nden, Sen’in Rahmet’ine sığınır, Sen’den yardım dileriz!
08/01/2012
Dr. Halil Bayraktar
yaklasansaat.com
Kaynaklar:
1) Kur’an-ı Kerim
2) Kütübü Sitte
3) Rudani, Büyük Hadis Külliyatı, C.5, çev. Naim Erdoğan, İz Yy.
4) Tora ve Aftara, Bereşit (Tekvin), Türkiye Hahambaşılığı, Gözlem Yy, İstanbul, 2010.
5) Tora ve Aftara, Devarim (Tesniye), Türkiye Hahambaşılığı, Gözlem Yy, İstanbul, 2010.
6) Peygamber Enok’un Kitabı, çev. Günyüz Keskin, Hermes Yayınları, İstanbul, 2011.
7) Taberi, Tarih-i Taberi, C.I,II, çev. M. Faruk Güntunca, Sağlam Yy. İst.
8) Taberi, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, C. I, II, çev. Zakir Kadir Ugan, Ahmet Temir, Meb Yy. İstanbul, 1991.
9) Geza Vermes, Ölü Deniz Parşömenleri Kumran Yazıtları, çev. Nurfer Çelebioğlu, Nokta Kitap, İstanbul, 2005
10) Michael Balter, “Tracing Humanity’s Path“, ScienceNow Daily News, çev. Erkam Bayraktar, 23/5/2008.
11) Andrew Lawler, Science Dergisi, Sayı: 331, çev. Kader Demirpehlivan, yaklasansaat.com, 28701/2011.
12) Simon J. Armitage, “The Southern Route ‘Out of Africa’: Evidence for an Early Expansion of Modern Humans into Arabia“, Science Dergisi, çev. Kader Demirpehlivan, yaklasansaat.com, 28/01/2011.
13) Charles Choi, “Arabian Artifacts May Rewrite ‘Out of Africa’ Theory”, LiveScience, çev. Ayşegül Kesmez, yaklasansaat.com, 30/11/2011.
14) James Churchward, Kayıp Uygarlıklar-ll, Batık Kıta Mu’nun Çocukları, çev. Ercan Arısoy, Ege Meta Yy. İzmir, 2000.
15) James Churchward, Kayıp Uygarlıklar-ll, Kayıp Kıta Mu, çev. Rengin Ekiz, Ege Meta Yy. İzmir, 2000.
16) Murry Hope, Atlantis Efsane mi Gerçek mi? çev. Sibel Özbudun, Milliyet Yy. İstanbul, 1991.
17) Robert Sarmast, Kayıp Cennet Atlantis, çev. Sedat Türe, Neden Kitap, İstanbul, 2011.
18) Shirley Andrews, Lemurya ve Atlantis, çev. Şenay Tufan, Kozmik Kitaplar, İstanbul, 2004.
19) Lauren O.Thyme, Sareya Orion, Lemurya Yolu, çev. Semra Ayanbaşı, Akaşa Yy. İstanbul, 2004.
20) Meena Hartenstein, “Lost City of Atlantis Found in Marshlands of Southern Spain, Researchers Claim“, nydailynews, çev. Ayşegül Kesmez, yaklasansaat.com, 13/03/2011.
21) Nour Abuzant, “Mecca should Become Core to Measure Time Zones“, gulf-time, çev. Gökben Coşkun, yaklasansaat.com, 21/04/2008.
22) A. Salim Adiloğlu, İşte Zu’l-Karneyn İşte Kıyamet, 2011.
23) Turgut Gürsan, Yeraltındaki Gizli Dünyalar, Haziran, 2003.
24) B. Ömer Büyüka, Ahbaz Mitolojisi Anaç mı? 1971.
25) İsmail Raci el-Faruki, Luis Lamia el-Faruki, İslam Kültür Atlası, çev. M. Okan Kibaroğlu, Zerrin Kibaroğlu, İnkılab Yy. İstanbul.
26) Yves Bonnefoy, Mitolojiler Sözlüğü, Yayına Hazırlayan: Levent Yılmaz, Dost Kitabevi Yy. Ankara, 2000.
27) Dr. Ufuk Tavkul, “Karaçay-Malkar Nart Destan Kahramanlarından ‘Demirci Debet’“, Kırım Dergisi, 8 (33), 2000.
28) Kalevala (Fin Destanı), çev. Lale Obuz, Muammer Obuz, Balkanoğlu Matbaacılık, Ankara, 1965.
29) “Basalt rock wall found in ocean near Taiwan”, reuters.com, Çev. Gökben Coşkun, yaklasansaat.com, 05/01/2009.
30) İslam Ansiklopedisi
31) Prof. Dr. Neşet Çağatay, İslam Dönemine Dek Arap Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1989
32) wikipedia.org
33) Büyük Larousse, C.2
34) Ana Biritannica, C.3
35) turkish.cri.cn/chinaabc
36) hermetics.org
37) FaktXaber.com
38) azeribalası.com
39) morien-institute.org
40) ethnologue.com