..

EVRİMCİLERİN “ÜSTÜN İNSAN” HAYALLERİ!

Cover Image for EVRİMCİLERİN “ÜSTÜN İNSAN” HAYALLERİ!
xtechnology_logo
X Technology

İçerik Kategorisi:AraştırmalarDijitalizm

Evrim teorisi ile ilgili bundan önceki yazılarımızda, canlıların kökeni, zamanla değişmesi yani evrilmesi ve insanın evrimi hikayesini ele almış, ayrıca teorinin bilimdeki yerini tartışmaya açmıştık. Evrimin, nihai gelişim noktası olduğu iddia edilen insanın; kökeni, bugünkü hali ve özellikle zihni gelişmesinin; gerçek kanıtlardan mahrum olan bu teorinin en büyük zaaflarından biri olduğunu vurgulamıştık.

Bu yazımızda ise evrim teorisinin, gözlerden uzak, bir bakıma saklanmak istenen arka planına ışık tutmaya çalışacağız. İnsanlığı dönüştürmeyi amaç edinen bu kadim planın işletim kolunun yine insanın elinde olması, ilginç bir durum sergilemektedir.

Bu nedenle in, “gelecek hayallerini” açıklayacağımız yazımızda, insanoğlunun nasıl da kandırılarak uçurumun eşiğine getirildiğini göstereceğiz. Harikalar diyarı olarak anlatılan bu hayaller ülkesine; gerçekte geleceğin bu hayaletler ülkesine giden nı büyük ölçekte göstermeye çalışacağız.

EVRİM VE “ÜST-İNSAN” DÜŞÜNCESİNİN DOĞUŞU

Posthuman; geleceğin üst-insan hayali!

Posthuman; geleceğin üst-insan hayali!

Antik çağlardan beri bilinen evrim düşüncesi, her çağda yaratılmak istenen materyalist düşünce sisteminin gerekli unsurları olagelmiştir. Rönesans‘la birlikte dirilen hümanizmden güç alan evrim ve kendiliğinden oluş düşüncesi; Fransız giyotiniyle aydınlanan bir çağın arkasından, zamanla dini tamamen sahneden indirecek kadar olgunlaşmıştır. Bu düşünceler, “aydınlanma” çağından sonra yetişmiş mekanik ve ruhsuz endüstri devrimi bilimcileri sayesinde; “evrim teorisine” dönüşmüştür.

Aslında yıllarca havada uçuşan bir toz, bir söz olan “evrim“i, Darwin alıp yere indirdi ve üstüne çok büyük gelen bir elbise giydirdi. Yaratıcı‘nın yerine doğal seleksiyonu geçiren teori, mantık sınırlarını zorlayan bir bilimcilik oyununun fazla da dışına çıkamadı. “Evrim teorisi“nin, bilime ters düştüğünü, kitaplarında çok açık kanıtlarla anlatan Jeremy Rifkin, evrimin, Tanrı’yı dışlamaktan doğan boşluğu nasıl kapatmaya gayret gösterdiğini şöyle açıklar:

“Darwin, evrimden, kusurları ayıklayan ve sürekli olarak daha fazla mükemmelliği yeniden sağlayan bir süreç olarak söz ederken, bilinçsiz bir şekilde, kendi kendine yeterliliğe en üst düzeyde ulaşma arzusunu dile getirmekteydi. Böylesine yüce bir konuma ulaşan bir tür, şüphesiz, daha önceki evren bilimcilerin Tanrı’yı algılayış şekillerine, şaşırtıcı derecede benzeyen bir özellik taşıyacaktı. Çünkü Tanrı hep “kendi kendine tam yeterli” özelliğiyle algılanmaktaydı. Tanrı olmak, ihtiyacı olmamak, kendi kendine yetmek, zarar görmemek demekti.

“Endüstri Çağı’ndan önce insanlar, Tanrı gibi olmayı arzuluyorlardı. Tanrı her zaman kendi kendine yeterli olarak görüldüğü için de, iyi davranışı veya Tanrısal davranışı kendi kendine yetme özelliği ile bağdaştırıyorlardı. “Kendi kendine yetme” ve “iyi olma”, her zaman birbiriyle ilişkili olduğundan, bu iki olgu tarih boyu çok farklı yorumlara hep açık oldu. Eski Yunan’a göre, iyi olma ve kendi kendine yetme, maddi olarak güvende olma anlamına geliyordu. İlk dönem Hıristiyanlar’ına göre ise ikisi zıt şeylerdi. Dünyevi istekler ve ihtiyaçlardan arınarak ‘ben’siz hale gelmek, ilk devir Hıristiyan’ı için kendi kendine yetmenin ve iyi olmanın son noktasıydı. İnsanlar hep Tanrı‘nın acze uğramaz özelliğini yansıtan bir hayat yaşamak için, kendilerini olabildiğince “mükemmelleştirme” peşinde koştular. Ama Darwin‘in planında, Tanrı‘ya yer yoktu. Onun için de Darwin, Tanrı‘nın yerini alacak bir vekile muhtaçtı. Peki bu vekil ne olacaktı? Kendisine ulaşılacak Tanrı modeli olmayınca, evrim merdiveninin basamaklarını çıkmak için motivasyonu ne sağlayacaktı?”

TANRI’YI İNKAR ET: “TANRI İNSAN” HAYALLERİNE KAPIL!

Rifkin‘in, yanıldığı nokta işte tam burasıydı. “Evrim teorisi“nin misyonlarından bir tanesi, Tanrı‘yı inkar etmek ve tanrıtanımaz siyasi ve sosyolojik görüşlerin siperi olmaksa, diğeri de kendisine ulaşılabilecek bir Tanrı modelini vadetmektir. Çünkü Darwin’in, kendi başına evrimleşme dünyasında, canlılar sürekli olarak en verimli organizmaya doğru ilerliyor; kendi kendine en mükemmel organizmayı tasarlıyor; tüm dış etkenlere karşı en sağlam organizmayı oluşturuyor; kısacası Tanrı modeline evriliyor.

Darwin ve teorisi bununla da kalmıyor, bir gün zamanı ve ölümü kaldıracaklarını iddia ediyorlardı. Tanrı’nın yerine doğal seleksiyonu koyan Darwin, dinlerdeki öbür dünyada vadedilen ölümsüzlük yerine, bu dünya da gerçekleştirilebilecek yarı ölümsüzlük ve bitmeyen gençlik pınarından ve dünyanın, cennete dönüşmesinden bahsediyordu:

“Benim inandığım gibi, insanın gelecekte şimdikinden çok daha mükemmel bir varlık olacağına inanmak, bu kadar uzun soluklu bir ilerlemeden sonra, gerek insanın gerekse diğer canlı varlıkların yok olma kaderine mahkum olacakları fikri ortada dururken, kabullenilmez bir düşüncedir.”

Sonsuz bir hayat beklentisi, ırk üstünlüğü ve doğal seleksiyon konusundaki görüşleri dikkate alındığında Darwin’in, insan ırkının genetik olarak ıslah edilmesini savunan kuzeni Francis Galton‘un fikirlerini şevkle desteklemesi, pek şaşırtıcı değildir. Francis Galton, “evrimi kendi başına bırakmaktansa, sonuca daha kısa yoldan ve daha dertsiz ulaşmak için insanların sistemli bir şekilde üretilmesini” savunmuştu. Darwin, kuzeninin bu önerisini “büyük bir fikir” olarak değerlendirmişti; ama Himmelfarb’ın belirttiği gibi, bu konuda kendileriyle hemfikir olacak pek fazla kimse bulamayacaklarını düşünüyordu.

Ancak daha sonra ayrıntısıyla ele alacağımız üzere; Galton’un İngiltere’de öjenizmi canlandırması, Alman filozof Nietsche‘nin gösterdiği “üst insan” hedefi, bu hedefe ulaşmak için insanlıktan çıkan Hitler ve ekibi, ve tüm bunlarla birlikte gizemli antik öğretilerin hortlaması, insanları, “başka bir şey” olabileceklerine inandırdı. Bu “başka bir şey” olmanın adı, “üst insan” ya da “post human” olmaktı. Ancak o mertebeye varabilmek için, önce pek de bilinmeyen ve zorlu bir yol olan “transhümanizm” köprüsünden geçmeleri gerekiyordu.

Transhümanistlerin robot-insan hayali!

Transhümanistlerin robot-insan hayali!

“HAYALLER ÜLKESİ”NE GEÇİŞ: TRANSHUMANİZM

Transhumanizm, bilim ve teknolojiyi, insan limitlerini aşma yönünde eden ve bu amaçla kullanmayı hedefleyen düşünce akımıdır. Bu kavram, genellikle “insanoğlunun iyileştirilmesi” ile eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Transhumanizm, aynı zamanda bilim ve teknolojiyi, insanoğlunun arzu edilmeyen sakatlık, acı çekme, hastalık, yaşlanma ve istenmeyen ölüm gibi bir takım hallerinin üstesinden gelebilmek için de değerlendirir. Sembolü; “>H veya H+” dır.

Transhuman, Türkçe’ye tam manasıyla tercüme edilirse; “Geçiş insanı” anlamına gelir. Çünkü bu felsefe, insan türünün şu anki formunun, gelişiminin son dönemini değil, aksine ilk evresini yansıttığına inanır. Transhümanistlere göre; “Geçiş insanı“, bizim gibi normal insanların, “üst-insan” (post human) boyutuna atlamaları için geçirmeleri gereken evrimin, yani evrim basamağının ismidir. Bilimsel terminolojiye göre; bir tür ara formdur. Amaç, posthuman yani “üst-insan” olabilmektedir.

Transhumanizm hareketi, posthumanizme giden yolu araştırmakla yükümlüdür. Örneğin, posthuman yaşantısında normal insana ait olan din ve aile gibi değerlerden söz edilemez. Metahümanizm ise evrim ve tarih yolunda insanın başka bir tür-kültür olmasıyla ilgilenir. New School Üniversitesinde insanlığın yeni kavramları hakkında ders veren, M. Esfandiary, transhumanı, “yeni evrimleşen varlıkların ilk tezahürü” olarak tanımlar.

Transhümanizm, insanoğlunun, kendisini, fiziksel ve zihinsel bakımdan evrimleştirebileceğine ve doğanın bin yıllarca sürdüğü varsayılan evrimini, bilimi kullanarak hızlandırabileceğine inanır. Transhümanizm kültürü, içerik ya da odak noktasında farklılaşsa da; dünya çapında pek çok ülkede hızlı bir şekilde genişleyen transhümanist gruplar, World Transhumanist Association şemsiyesi altında bir araya getirilmektedir.

Transhümanizm, insanda fiziksel ve zihin anlamında bir gelişmeyi gerekli görmektedir. Bu gelişmenin gerçekleşmesi için; protez organ-dokular, yeniden yapılandırmaya yönelik cerrahi operasyonlar, yüksek derecede telekomünikasyon kullanımı, bir dünya vatandaşı olabilme vizyonu, geleneklere bağlı olmayan küresel bir yaşam tarzı, çift cinsiyetlilik, aracılar veya bir takım araçlar vasıtasıyla üreme, dini inançların yok olması ve geleneksel aile değerlerinin reddedilmesi gerekmektedir. Bu akım, insanın şu an içinde bulunduğu doğal yapısını güçsüz ve yetersiz görmekte; “insan ötesi” bir noktaya doğru evrilmesinin kaçınılmaz ve gerekli olduğunu savunmaktadır.

Moleküler nanoteknolojinin, herkesin isteklerine uygun verimli kaynaklar üretmesi; ayrıca hastalıkları ve yaşlanmayı önlemeye yönelik vücudumuzdaki biyokimyasal işlevleri kontrol etme potansiyeli, insanın sahip olduğu önemli bir araç olarak görülmektedir.

Sadece fiziksel evrimle yetinmeyen transhumanizm, “insan ruhu” ve “zihni”ne de el atmıştır. Elektronik beyin interfaz ve nörofarmakoloji gibi teknolojilerin, insan zekasını geliştirebileceğini, insanın ruhsal sağlığını daha iyi seviyelere çıkarabileceğini, yaşam projelerine veya sevilen birine bağlılık kapasitesini genişletebileceğini ve hatta insanların duygularının çeşitliliği ve zenginliğinin artırılabileceğini iddia etmektedirler.

Transhümanizmin daha uç noktalarında, simüle edilmiş zihinlerin download edilmesi (biyolojik temelli zihnin yedeklenmesi ve hatta organik sınırlamalardan kurtulması gibi) biyometrik modifikasyonlar (göze kızılötesi görüş imkanı kazandırılması gibi) vb. öneriler sunulmaktadır. Transhümanistler, insan bilincinin tamamen dijital olarak modellenebileceğini düşünürler.

Transhümanizm, sadece fiziksel değil kültürel anlamda da bir mutasyonu şart koşmaktadır. Çünkü transhümanizm, tüm düşünsel ve fiziki kavramlarıyla; yeni bir çağın başlaması gerektiğine inanır. Bu çağın dümenini elinde tutacak ve rotayı belirleyecek kişiler, üstün insanlar olmalıdır. Ancak üst–insan hedefine doğru koşan geçiş insanlarının bunu becerebilmeleri için, kendilerini bugüne taşıyan değerlere sahip çıkmaları ve köklerinin önemini anlamaları gerekmektedir. Henüz dağarcığımıza yerleşmemiş, çok yeni bir kavram olan transhumanizmin kökeninden bahsedilmesi kulağa tuhaf gelmiş olabilir. Ancak bu kavram yeni olsa da, felsefi kökleri çok daha eskilere dayanmaktadır.

RANSHUMANİZMİN TARİHİ

İnsanın DNA'sıyla oynanarak, süper insan üretileceği sanılıyor.

İnsanın DNA’sıyla oynanarak, süper insan üretileceği sanılıyor.

Transhumanizmin başından “trans” ön sözcüğünü kaldırırsak, tanıdık bir kavram elde etmiş oluruz. “Humanizm“… İnsanoğluna karşı muhabbet besleme anlamına gelen hümanizmin, nasıl olup da transhümanizmi doğurduğunu anlamak, neredeyse “evrim teorisi felsefesi”ni anlamakla eş değerdedir.

Hümanizm, Rönesans döneminde; Avrupa’nın tüm kültürel, politik, sosyal ve edebi manzarasını değiştiren bir harekettir. Ortaçağın sonlarında; Yunan, Latin ve Mısır uygarlıklarına karşı duyulan hayranlık, aydınların başını döndürmüş, o dönemin eserlerini incelemek önüne geçilmez bir tutku halini almıştır. Rönesans düşünürleri için bu geçmiş öğretiler, bir bakıma geleceğin hareket noktası olmuştur. Böylece Hümanizm, Eski Yunan, Latin dillerini, ayrıca Mısır eserlerini inceleyen bir akım olarak ortaya çıkmış ve bu eski kültürleri diriltmiştir. Hümanistlerce Hümanizm nedir?

Hümanizm; insani konularda, doğaüstü inanışların rehberliğini açıkça reddeder. Genelde ateizm ve agnostisizm ile bütünleşebilir. Hümanizm, bu tür doğaüstü güçlerin varlığıyla ilgilenmeyen etik tabanlı bir akımdır. Hümanizm, Rönesans’a, Antik Mısır ve Antik Yunan kalıntılarına dayandırılabilir, Buddha ve Konfüçyüs‘ten ilham alabilir. Ancak humanizm terimi, daha çok “Batı felsefesi” ile bağlantılıdır. Hümanizm terimi, 19. yüzyılın başlarında, 15. yüzyıl İtalya’sında klasik edebiyatla ilgilenen kimseler için söylenen umanista sözcüğünden türetilmiştir. Hümanizm, insanı mükemmelleştirmektir.”

Papazlığı ve dinini terk etmiş, sonradan vahiy karşıtı ateşli bir akılperest olan Ernest Renan, hümanizm hakkında şunları söylüyor:

“Yürekten inanıyorum ki; geleceğin dini, katıksız bir hümanizm olacaktır. İnsanın bütününe saygı ve hayat, ahlaki bir değer taşıyacak, kutsileştirilecek, yüceltilecek.. Akıldan başka kılavuz tanımayan, gizli remizleri, tapınakları, rahipleri bulunmayan, kiliseler dışı dünyada gönlünce yaşayan geniş ve hür ilim… İşte insanlığı kanatlandıracak biricik inanç.”

“HÜMANİZM”DE: TANRI’YA YER YOK!

Esas itibariyle, felsefi ve ideolojik içeriğiyle hümanizm; “insancılık felsefesi”dir. Bu çerçevede hümanizm, Allah‘a karşı insanın tanrılaştırılması, kutsanması, değer belirleyici, hüküm koyucu ve yargılayıcı anlamda birincil merci olarak kabul edilmesidir. Bu anlamda Yaratıcı’yla insan arasında bir mücadele, hümanizmin kendi iç yapısında mevcuttur.

Hümanizmde, yeryüzünde Tanrı’ya yer olmadığına dikkat çekilir. En üst değerler, karakterler ve davranışların; doğaüstü bir otoritede değil de, insanlarda olduğuna inanan bir düşünce sistemidir. Bu yönüyle hümanizm, tüm gerçekliğin, bizzat doğanın kendisinde olduğuna inanır, evrenin temel materyali olarak zihin değil, madde-enerjiyi görür.

Rönesans döneminde hümanistler, son derece katı bir şekilde kiliseye karşı tavır aldıklarından; pagan felsefelerin etkisi de giderek artmıştır. Bazı hümanistler ise, Hermetizm gibi pagan gelenekleriyle Hıristiyan değerlerini birbirine karıştırmışlardır. Cambridge felsefe sözlüğü, klasik yazıtların, Rönesans akademisyenlerine tesir eden seküler havasını şu şekilde tanımlar:

“Burada birey, insan zihni üzerinde doğaüstü güçlerin hiçbir ağırlığını hissetmez; bir egemen tanıma ve bağlılık ihtiyacı duymaz. İnsanlık, tüm ayırt edici kapasitesi, hünerleri, endişeleri, problemleri ve imkanlarıyla ilginin odağını oluşturur. Şöyle denir: Ortaçağ düşünürleri dizlerinin üzerinde felsefe yapıyorlardı, ancak yeni öğretilerle destek kazandıklarında ayağa kalkmaya cesaret ettiler ve tüm endamlarıyla yükseldiler.”

Burada “dizlerinin üzerinde” derken, anlaşılması gereken; Tanrı’ya inanarak, dua ederek felsefe yapıyorlar denmek isteniyor. Uzmanlar, Rönesans hümanizmini, iki büyük kola ayırmıştır. Bunlardan birincisi seküler dünya görüşünün hakim olduğu din karşıtlığı, agnostizm (bilinmezcilik) ve şüphecilik ekolü. Ki bu ekol, şimdi de “Seküler Hümanist Konsey”i tarafından temsil edilmektedir. Üyeleri arasında ünlü evrimci Dawkins ve daha bir çok ateist bilim adamı bulunmaktadır. Konseyin yayınladığı deklarasyonun bir bölümünde, şu sözler yer almaktadır:

“Seküler hümanizm, tüm doğaüstü tasdik isteyen inanışlara karşıdır. Modern seküler Hümanistler, bilim ve teknolojiyi insanoğlunun gelişimi için kullanabilirler.”

Uzmanlara göre ikincisi ise Rönesans Noe-Platonizmi ve Hermetizm‘dir. Bu öğretileri benimseyen Rönesans düşünürleri, doğa-üstü güçlerle ilgili yeni ve geniş kapsamlı fikirleri Avrupa’ya tanıtmışlar, hatta yeni bir din oluşturmaya çok yaklaşmışlardır. Hatta bu hümanist ekol, günümüzde yeniden canlanarak Teosofi ve New Age akımlarını doğurmuştur. Bu konuya ileride döneceğiz.

Jeremy Rifkin

Jeremy Rifkin

HÜMANİZM: “İNSANLIK DİNİ”

Rönesans hümanizminin kibir yüklü rüzgarı, kısa sürede Avrupa’yı sardı. İnsanların zihin ve yüreklerinde oluşturduğu yıkım ise günümüze dek artarak sürdü. Nitekim Batı‘da, hümanizm akımının önde gelenlerinden kabul edilen, pozitivizmin babası Auguste Comte, insanlığı, tapılması gereken ebedi ve sonsuz varlık olarak görür. Ağır depresyon ve hezeyanlar içinde yaşamını sürdüren Compte, “İnsanlık dini” diye bir din kurarak, kendine göre bu dinin esaslarını tespit eder. Paris’te bir tapınak inşa ettirir. A. Comte‘nin açtığı çığırda yürüyen Emile Durkheim ise, bunu daha ileri götürerek insanlığın yerine, toplumu tanrı ilan eder.

Daha sonra bu fikirleri alıp geliştiren Marx ve taraftarları, doğrudan doğruya insanı, tanrı ilan ederler. Alman filozof Nietzsche ise, öldü dediği Hıristiyanlığın Tanrısı yerine, her türlü merhameti de ortadan kaldıracak şekilde, bir üst insan kavramını ortaya atar. Örneğin Voltaire, Diderot, Marx, Sartre, Camus gibi değişik eğilim ve dönemlerin temsilcilerinin ortak özellikleri; hümanist olmaları ve insanı her şeyin önüne geçirmeleridir. Aydınlanma ana fikrine sahip olan bu düşünürleri birleştiren bir unsurdur, Tanrı yerine insanı yüceltmek. Jeremy Rifkin, aydınlama görüşünün günümüz bilimine etkilerini, “Biyoteknoloji Yüzyılı” adlı kitabında şöyle anlatır:

“Modern bilimin kurucusu olduğu sanılan Francis Bacon, insanlığın doğaya galip gelmesi amacıyla sistematik bir görüş olan Aydınlanma çağının temelini atmıştı. Isaac Newton, Rene Descartes, John Locke ve öteki Aydınlanma çağı düşünürleri, bugünün moleküler biyologlarının bir çoğuna ve genetik girişimcilerine ilham veren bir dünya görüşü kurdular.” Rifkin şöyle devam ediyor:
“Fransız aristokrat Condorcet Markizi, kendinden emin, aşağıdakileri öne sürdüğü zaman, bir çağın küllenmemiş ateşini yeniden tutuşturdu: ‘İnsan yetenekleri için sabit sınırlar yoktur… İnsanın mükemmelliği tamamıyla sınırsızdır… Bu mükemmelliğin ilerlemesi, bundan böyle onu engelleyebilecek, denetleyebilecek güçlerin hepsinin üstündedir. Doğanın bizi üzerine yerleştirdiği dünyanın var olma süresinden başka hiçbir sınırlaması yoktur.'”

FRANSIZ İHTİLALİ: “BİLİMİ TANRISIZLAŞTIRDI”

Dünya'da örnek alınan Fransız İhtilali: Sözde insanlık adına insanlığı katleden vahşi Masonik bir devrim

Dünya’da örnek alınan Fransız İhtilali: Sözde insanlık adına insanlığı katleden vahşi Masonik bir devrim.

İnsanın tanrılaşma serüveni, Rönesans, aydınlanma, pozitivizm gibi hareketlere bağlı olarak gelişen bu süreçtir. Bu dönem, insanın gerçek anlamda ilahi değil; beşeri üretim olduğu; Tanrı’nın yerine konmaya çalışıldığı, adeta intikamla coşan bir dönemdir. Özellikle aydınlanma hareketi, Hıristiyalığın akıl ve ilim dışı tutumu dolayısıyla, Allah’a karşı bir isyan, bir devrim karakteri taşır. Kanlı Fransız ihtilali de böyle bir sürecin ürünüdür. Avrupa’yı temellerinden sarstı, etkileri okyanuslar ötesine taştı. İnsan hakları, hümanizm ve sözde “erdem toplumu” oluşturmak adına korkunç bir kıyım yapıldı. Devrime karşı çıkanlar ve din adamları, terör yoluyla ortadan kaldırıldı. İhtilalin başı olan ve “şiddetsiz erdemin iktidarsızlık” olduğunu savunan Robespierre, Hrıstiyan Tanrısı‘nın yerine akıl tanrıçasının geçtiğini ilan etti. 1794 yılında katliama bir gün ara verildiğinde “Yüce Varlık” festivali kutlanmıştı. Fransa’da hümanizm adına gerçekleştirilen bu cinayetler için, Manş Denizi’nin ötesinde İngiltere‘de, o tarihte yayınlanan “London Times” gazetesinde şu yorum yapılıyordu:
“İnsan hakkı dedikleri bu mu? İnsan doğasının özgürlüğü dedikleri bu mu? Afrika ormanlarındaki dört ayaklı canavarlar bile, Paris’teki hayvanlardan daha insaf sahibidir.”

Fransız Devrimi’nden sonra “bilimin tanrısızlaşması” kampanyası başladı. Tanrısız bilim, “Yeniçağın Dini” olacaktı. Yaratıcı’sını kaybeden bilim, artık her türlü acımasızlık, yalan ve boyunduruğa hazır hale geldi. 19. yy’a gelindiğinde ise bilim, insanı “tanrı” ilan etmeye peygamberleri aracılığıyla hazırlanıyordu. Hümanizmle başlayan serüven, herkesin insanlıktan çıkıp birer tanrı olacağı geleceğe doğru koşuyordu.

Hümanizm, özellikle Rönesans’ın ürünü olduğuna göre bu çağın arka bahçesine biraz daha yakından bakmalıyız. Rönesans düşünürleri, neden “antik uygarlıklar ve öğretileri”nin peşindeydi, bunu anlamaya çalışmalıyız. Orta Çağ’dan geriye dönüp İlk Çağ hasreti duyulmasının sebebi ne olabilirdi?

RÖNESANS: “MISIR’IN KADİM FELSEFESİ”NE YÖNELİYOR

Rönesans‘ın önemli yanılgılarından birisi; “insanın potansiyellerinin sonsuz ve her şeyin ölçüsünün insan olduğu görüşüdür.” Önce de belirttiğimiz gibi aynı anlayış; “Transhümanizm”de de mevcuttur. Rönesans, bu düşünceleri Hermetik geleneklerden almıştır. Bu bağlamda transhümanizmin tarihini, ilk çağdan çok öncelere kadar götürebiliriz. 15. yüzyıl başlarında, İtalyan sanat ve bilim adamları, canlandırmaya çalıştıkları eski bilgelikte Hermetik metinlerin ne denli ağırlıklı bir yeri olduğunu artık öğrenmişlerdi. Asklepius çoktandır biliniyor ve okunuyordu; Hermetik metinler Arapça’dan, Latince’ye çevriliyordu.

Rönesans‘ta Mısır için beslenen tutku, öncelikle “Mısır’ın, gizemler ve kutsal törenleri“nin kaynağı olduğu inancıydı. Mısır, tüm bilimlerin ve sanatların kaynağı olarak görülüyordu. Dine savaş açmış Rönesans düşünürleri, kendilerine geçmiş arıyor ve “Mısır’ın gizemli-şeytani felsefesi”ne odaklanıyorlardı. İslam‘ın her alanda ilerleyişi; pozitif bilim anlayışı karşısında kendilerini, horlanmış, haysiyeti kırılmış hisseden Batılı aydınlar; Hıristiyanlığın yerine; pagan Roma’yı, Roma’nın arkasındaki Helen ve Mısır düşüncesini arıyorlardı.

Bu konuyla ilgili çalışmalar, İtalya’nın önemli kentlerinde ve daha sonra Avrupa’nın her yanında ortaya çıkan akademilerde de yapılıyordu. Bu akademiler, Platon‘un modeline göre oluşturulmuşlardı, ancak akademi üyeleri tıpkı Mısır tapınaklarındaki rahipler gibi örgütlenmişlerdi. Akademilere giriş, Mısır’a dayanan gizemlere ulaşma ve ölümsüzlük kazanma amaçlı inisiyasyon törenleri ile gerçekleştiriliyordu. Rönesans Akademileri örgütlenme biçimi olarak “Neo-Platoncular”a benzemekle birlikte; Platon ve Pythagoras felsefelerine, bilim, sanat ve büyüye; hep Mısır açısından bakıyorlardı.

15. yüzyılın sonlarında ünlü düşünür ve gizemci Pico della Mirandola, Neo-Platoncu düşünce ve Hermetik gelenekler ile kabalayı birleştirmişti. Aynı kaynaktan esinlenen Yahudi kabala gelenekleriyle, Mısır geleneklerinin yeniden birleştirilmesi çabasını, 16. yüzyılda Campanella da sürdürdü. Hıristiyanlığı imha etmeyi kafasına koymuş Rönesans düşünürleri için Mısır ve Hermetizm’den başka bir alternatif yoktu.

16. yüzyılda Hermesçiliğe ve Mısır‘a ilgi kuşkusuz Rönesans kültürünün en önemli özelliğidir. Hermesçiliğin o dönemde ürünü, Giordano Bruno kişiliğinde ortaya çıktı. Her nasılsa dünya bilim tarihine, bilim ve araştırma özgürlüğünün öncüsü olarak geçen Bruno, gerçekte büyü-gizemcilikle uğraşan bir simyacıdır. Kendisinden öncekilerden ve çağdaşlarının tümünden daha cüretkar bir din düşmanı olması bakımından dikkat çekicidir. Tüm çabalarına karşın Bruno’dan önceki Hermesçiler, Hıristiyanlık tarafından çizilen sınırlar içinde kalarak, Mısır felsefesini, İncil’de yer alan bilgilerden daha yukarı taşıyamamışlardır. Oysa Bruno, Mısır bilgeliğine ulaşabilmek uğruna, yalnızca Hristiyanlığın değil, Yahudiliğin bile ötesine geçmeye cesaret etmiş; üstelik bu çabanın hem entellektüel, hem de siyasal açıdan gerekliliğini vurgulamıştır. Hıristiyanlığı yok etmeye çalışan büyücü Bruno, engizisyon tarafından yakılarak öldürülmüştür.

Sonuçta, Rönesans düşünürlerinin büyük çoğunluğu, özgün ve yaratıcı kaynağın Mısır olduğuna ve Eski Yunan‘ın, Mısır bilgeliğini aktarmada yalnızca aracılık ettiğine ikna olmuşlardır. Antik öğretilerin kaynağı olduğuna inanılan Hermesçilik nedir? Rönesans‘ın doğurduğu hümanizm ve konumuz olan transhümanizm ile ilgisi nedir?

HERMETİZM

Transhümanizmin, dünya tarihinin kaydedebildiği kökeni, MÖ 3.000 yıllarında Antik Mısır‘da yayılan bir öğretiye dayanmaktadır. Oysa daha sonra açıklayacağımız gibi; transhümanizm ve posthümanizmin kökenini, ilk insanın yaşadığı zaman ve mekanda aramalıyız.

Uzun zamanlar boyunca büyüyü kullanan “gizli öğretiler”in ortak adı olan Hermetizm, bilgili-güçlü inisiyatörlüğün güçsüz-zayıf olanı yönlendirmesi ve deneysel olarak güçlülerin seçimi ve ayıklanması sürecini içeren bir anlayıştır. Kısacası Hermetizm, insanoğlunun evrenle olan birliğine, onun bir parçası olduğu düşüncesine dayanmaktadır. Hermes; kaynaklara göre; Tufan‘dan önce Yukarı Mısır’da yaşamıştır. Piramitleri inşa eden I. Hermes Ahnuch olduğu söylenir. Hermetizm‘in ana fikri şu ilkeyle ifade edilmektedir:

“İnsan ruhunun derinliklerinde taze bir biçimde bulunan niteliklerin ortaya çıkabilmesi için, insanın üstün düzeyde bir eğitim görmesi gereklidir. Sürekli bir çabayla ve buyrultunun kullanılmasıyla, insan, evrenin potansiyel güçleri ile ilişki kurabilir. İnsanın uğraşıyla elde edebileceği başarının sonu yoktur. Yılmayan bir uğraşı sonucunda insan, tanrısallığa bile erişebilir.”

Transhumanı tarif ederken bu insanın mutlaka çift cinsiyetli olması gerektiğini belirtmiştik. Aşağıdaki Hermetizmi anlatan şiir, bu anlayışı açıkça vurgulamaktadır.

“Ölümsüz insan hermafroditti, kadın veya erkekti, ölümsüz gözleyiciydi, ne uyuyordu, ne de uyumuyordu. Gizem doğada saklıydı, sonra o, Gök Adam’la evlendi, yedi adam ortaya çıktı; hepsi biseksüel erkek ve kadındı, her birisi doğanın ve gezegenlerin yedi gücüne sahipti. Hermes, yedi ırk, tür ve çarktı, insanın da içinde bulunduğu tüm yaşayan yaratıklar, çift cinsiyetliydiler…

İnsanın her yönden olgunlaşıp yetkinleşmesi yoluyla Tanrı‘ya yaklaşabileceği inancı, diğer tüm gizemci-mistik öğretilerden önce Hermetizm‘de yer almıştır… Hermesçiliği, Yunan felsefesi içine ilk sokan Platon olmuştur. Platon, Mısır ve İtalya seyahatlerinde, Hermetik ve Pisagorcu felsefelerin, ezoterik boyutlarını tam olarak keşfetmeye çalışmıştır. Yunanlıların bütün felsefe sistemleri, yani Pythagoras’ın mistik matematiği, Platon’un teolojisi, Aristotales’in fizik teorileri, Hermes’in kitaplarına dayanmaktadır.

HERMETİZİM, PLATON VE “SPARTA DEVLETİ”

Hermetizm‘deki insanın var olan potansiyellerini geliştirerek öjenizm boyutuna kaydıran Platon, bu kavramın ilk teorik savunucusu olmuş ve öjenistlerin babası olarak kabul edilmiştir. Platon, mükemmel insanların oluşturduğu bir toplumun nasıl olması gerektiğini “Devlet” isimli kitabında ayrıntılarıyla anlatmıştır. “Üstün insan“a giden yolu, son derece cüretkarca gelecek nesillere vaaz eden Platon‘un, bugün bile uygarlık yolunu aydınlatan bir bilge olarak kabul edilmesi hayret vericidir. Bitiremediği son eseri “Yasalar”, yine devlete ilişkin çalışmasının bir parçasıydı ve devletin iç düzenlemelerini tasarlıyordu. Platon‘un değişime kapalı Cumhuriyet tasarımı ve yaşam tarzı, Sparta kent devletinden bağımsız düşünülemez. Devletin kuramı, hiçbir kentlinin yoksul durumuna düşmemesi ve hiçbirinin zengin olmamasıydı. Kimsenin altın ve gümüş elde etmesine izin verilmezdi.

MÖ 8. yüzyıl dolaylarında Lycurgus isimli biri tarafından askeri bir devlet olarak kurulduğu bilinen Sparta, tam anlamıyla bir savaş ve şiddet devletiydi. Sparta’da katı bir eğitim sistemi kurulmuştu. Buna göre devlet bireyden çok daha önemliydi. Dolayısıyla insanların yaşamı, devlete yararlı olup olmayacakları kıstasına göre belirleniyordu. Sağlıklı ve güçlü doğan Spartalı erkek çocukların yaşamları devlete adanırken, sağlıksız bebekler dağlarda ölüme bırakılıyordu. Nazi Almanyası‘nda da Spartalılar’ın bu uygulamaları örnek alınmış ve Darwinizm‘in ve Nietsche‘nin de etkisiyle “sağlıklı ve üstün bir ırk” için, sağlıksız olanların yok edilmesi gerektiği savunulmuştur.

Sparta‘da anne-babalar oğlan çocuklarına yedi yaşına kadar bakmakla sorumluydular. Çocuklar, bu yaştan 12 yaşına kadar 15 kişilik bir ekibin üyesi olurlar ve kurallara uymakta başarı gösterenler önderliğe seçilirdi. Çocuklar sadece spor yaparak vücutlarını güçlendirir ve savaşa hazırlanırlardı. Okuma-yazma önemli sayılmaz, müzik ve edebiyata pek ilgi duyulmazdı. Çocukların öğrenmelerine ve söylemelerine izin verilen şarkılar, sadece savaş ve şiddet konularını içeren şarkılardı.

Platon, Sparta’daki modeli savunurken, toplumun devlet tarafından büyük bir baskıyla yönetilmesini de savunmuştur. Platon‘a göre bu baskı günlük hayata o kadar hakim olmalıdır ki, insanlar devletin emirleri dışında hiçbir şey düşünemez hale gelmeli, kendi akıl ve iradelerini tamamen bir kenara bırakarak, adeta beyinleri yıkanmış bir şekilde hareket etmelidirler. Platon‘a ait aşağıdaki sözler, beyinleri köleleştiren bir düzeni tarif eder:

: PLATON: KOMÜNİZM: İLLUMİNATİ

“En temel prensip şudur ki, erkek veya dişi olsun hiçbir kimse lidersiz olmamalıdır. Ve de hiç kimsenin zihni, bir şeyi kendi inisiyatifi ile yapmasına izin verecek şekilde düşünmeye alıştırılmamalıdır… En küçük konuda bile liderliğin yönetimi altında olmalıdır. Örneğin sabah kalkması, hareket etmesi, yıkanması veya yemek yemesi, sadece eğer bunları yapması emredilmiş ise gerçekleşmelidir. Tek kelimeyle, ruhunu öyle bir şekilde eğitmelidir ki, asla bağımsız olarak davranmayı hayal etmemeli ve bunu yapma yeteneğinden de tamamen yoksun hale gelmelidir.”

“Platon’un Devleti’ndeki ilginç düzen; aslında tamamen ‘in kurduğu “komün-Lemurya sistemini”ni çağrıştırmaktadır. İblis, kendisinin kölesi olmuş “cin-şeytanlar toplumu”nu böyle bir sistem içinde yönetmektedir. Tek yasa vardır, oda “Bir’in (İblis’in) emir ve talimatlarına mutlak anlamda uyum”, aksi ise ölüm! Lemurya toplumunun yaşlılardan oluşan “Bilgeler Konseyi” bu yetkilerini, mutlak anlamda bağlı (köle) oldukları İblis adına kullanırlar. Bunun dışında ne yasa, ne de bir müesese vardır. Ne mülkiyet, ne aile, ne de düşünme özgürlüğü vardır. Platon felsefesi yakından incelendiğinde; “Lemuryalı Büyükler”in kendisiyle irtibata geçtiği ve “ilhamlar” vahyettiği kolayca anlaşılacaktır. Bu felsefenin “İlluminati“nin de temel felsefesi olduğunu burada hemen ifade etmeliyiz. “Komünizm“le, aynı felsefe ve özellikle de “İlluminati” arasındaki karakteristik benzerlikler de hatırlanmalıdır. Bu düşünceler, ileride “komünal yaşam ütopyası”nın da ana unsurlarını oluşturacaktır.

Burada gözden kaçırılmaması gereken önemli nokta; “üstün insan yaratma” çabasının, “Küresel Efendiler”in, “” kurma amacına yönelik olmasıdır. “Platon’un Devleti”nde ağızdan kaçan sır:

“Tanrılaşmış filozofların, android formundaki köleleşmiş beyinlere sahip korucuları-askerleri; yarı-insan ya da başka deyişle trans-insana dönüştürme çabasıdır. Gelin, Platon‘un özlemini çektiği “biyofaşist devlet düzeni”ne daha yakından bakalım. Aşağıdaki alıntılar Platon’un “Devlet” adlı eserine aittir:

“Askerlerin ağızlarından ‘ben’ sözcüğünün çıkmaması için tam bir komünizm uygulaması hakim olacaktır. Kadınlar herkese aittir, hiçbir kadın, hiçbir erkekle özel yaşam sürmeyecektir. Yeni doğan çocuklardan sadece fizikleri düzgün ve güçlü olanlar hayatta bırakılacak ve bunlar doğar doğmaz bir komiteye teslim edilecektir. Bakıcı kadınlar, doğuştan bir eksikliği olanlar çocukları, gözden uzak bir yere bırakacaklardır.”

Öjeniklerin kafatası sınıflandırmaları

“Öjenikler”in kafatası sınıflandırmaları

PLATON’DAN İLHAM ALAN: “MODERN ÖJENİK DÜŞÜNCE”

Mükemmel bir toplum elde edebilmek için bir bakıma güdümlü evrimleşmeyi savunan Platon, “mükemmel insan”ın fiziksel şartlarla elde ediliş formülünü şöyle vermektedir:

“Peki evlenmeler nasıl yararlı olabilir?.. Bunu söylemeyi sana bırakıyorum Glauckon… Çünkü senin evinde en iyi cinsten av köpekleri ve kuşlar gördüm… (bu hayvanları) üretmek için iyiye kötüye bakmaz mısın? Yoksa en iyilerini mi çiftleştirirsin… Üretmede bunları göz önünde tutmazsan, kuşların köpeklerin cinsi bir hayli bozulur değil mi? İnsan cinsi için de durum aynı olduğuna göre, bekçilerimizin ne kadar üstün bir cins olması gerek… Üzerinde anlaştığımız ilkelere göre, her iki cinsin de (bekçiler sınıfının erkekleriyle kadınlarının) en iyilerinin en fazla, en kötülerinin de en az çiftleşmeleri gerekir. Ayrıca en kötülerinin değil en iyilerinin çocuklarını büyütmeliyiz ki, sürünün cinsi bozulmasın…”

Platon’un düşüncelerindeki üstün soy yetiştirme, üstünlere üreme ayrıcalıkları, zayıfların haklarını sınırlama hatta onlara yaşama hakkı tanımama ve onları eleme; tam anlamıyla öjenik; üstün insan yaratma gayretlerinden başkası değildir. Pek çok felsefeciye göre aslında “öjenik felsefe”, Platon‘un “Devlet” adlı ünlü eseri kadar eskidir. Ancak “modern öjenik düşünce”, elbette 19. yüzyılda bilimsel bilgi kullanılarak yeniden mayalanmıştır.

Son birkaç yıldır “insanın geleceği biyoteknolojik vasıtalarla biçimlendirilebilir mi?” tartışmasına dahil olan Jürgen Habermas, genetik mühendisliğinin “model insan” üretme konusunda bakın neler söylüyor:

“Bu alana çok büyük aktarılıyor. 10 yıl içinde olmasa bile 50 yıl içinde ‘istenen modelde insan üretimi’ olabilir. Belki de devletine itaat eden süper hizmetçiler yaratılacak. Platon’un ideali 21. yüzyılda gerçekleşebilir. Biyo-faşizm diye bir kavram var. Biyolojik müdahaleyle faşist devletlerin bile hayal edemediği bir düzen kurulabilir.”

ÖJENİZMDEN TRANSHUMANİZME GİDEN YOL

Öjenist uygulamaları savunan bilimsel yayınlarda; “Öjenik; insanın kendi evrimini kendisinin yönlendirmesi ve mükemmel bir insan topluluğu yaratmanın yoludur” denilmektedir. Öjeni terimini keşfeden, ilk genetik bilimcilerden sayılan bilim adamlarından biri olan Francis Galton‘dur. Fikirlerini kuzeni Charles Darwin‘in doktrinine ve genetik biliminin kurucusu olan Mendel‘in verilerine dayandırıyordu. Darwin de kuzeni Galton‘un insan evrimleşmesinin kontrol altına alınmasına dair fikirlerini gönülden savunuyordu. Darwin, şu görüşünü bir çok defa dile getirmişti:
“Doğal seleksiyon o kadar etkilidir ki, tüm dünyada alt ırklar, üst medeniyetlerin ırkları tarafından zamanla bertaraf edileceklerdir.”

Charles Darwin, “Türlerin Kökeni” adlı kitabını yayımladığında, kitabının ilk bölümlerini hayvan yetiştiriciliği konusuna ayırmış, verimli inek veya at cinsleri türeten yetiştiricilere dikkat çekmiş; daha sonra da “İnsanın Türeyişi” adlı kitabında bu yöntemlerin insanlar üzerine uygulanabilir olduğunu ileri sürmüştü. Darwin‘in açtığı öjeni yolunu genişleten ve öjeniyi kapsamlı bir program olarak tarif edip dünya gündemine getiren kişi ise, Darwin’in kuzeni Francis Galton oldu.

Galton, tahmin edilebileceği gibi, Darwin’in ateşli bir hayranı ve takipçisiydi. “Memories of My Life” (Hayatımın Anıları) başlıklı otobiyografisinde şöyle yazıyordu:
“1859 yılında Türlerin Kökeni’nin Charles Darwin tarafından yayımlanması, insanoğlunun genel düşüncesinde olduğu gibi, benim kişisel zihni gelişmemde de çok büyük bir dönüm noktası olmuştu. Bu (kitabın) etkisi, bir sürü dogmatik engelin tek bir darbe ile bir anda yıkılması, tüm eski otoritelere karşı bir isyan ruhunun yükselmesi anlamına geliyordu.”

Kanadalı yazar Taylor, Darwinizm’in sosyal etkilerini ele aldığı “In the Minds of Men” adlı kitabında şöyle yazar:
“Galton, bazı ırkların kalıtsal olarak üstün olduklarını ve üstünlüğün geçmişten gelen ve geleceğe uzanan sabit ve değişmez bir olgu olduğunu ileri sürüyordu… Galton’un bu argümanının sonucu ise, insanlığın yararı için, üstün gen havuzunun, aşağı gen havuzuyla karışmasının her ne pahasına olursa olsun engellenmesi gerektiğiydi.”

Galton “üstün ırkla, aşağı ırkların karışmasının engellemesi” için yasal tedbirler uygulanması gerektiğini de savunuyordu. Galton’a göre evlilikler, bu evrimsel amaç göz önünde bulundurularak yasayla düzenlenmeliydi. Ancak bu şekilde bir süre sonra “çok üstün bir insan ırkı üretilebilecekti”. Galton’a göre sosyal gelişmenin gerçekleşebilmesi için, zekası ve entelektüel seviyesi düşük kişilerin çoğalmalarının durdurulması, diğerlerinin ise çoğalmalarının teşvik edilmesi gerekmekteydi.

Galton, bu üstün insan üretme teorisine isim bulmak için de, teorisinin bir zamanlar ilkel şekilde uygulandığı pagan dünyasına yöneldi. Yunanca “iyi doğum” anlamına gelen “öjeni” kelimesini o buldu ve ilk kez kullandı. Öjeni, dönemin iptidai bilim anlayışı içinde kısa sürede yaygın bir destek kazandı. Darwinizm‘i kabul edenler kaçınılmaz olarak öjeniyi de kabul ediyorlardı. K. Ludmerer, 19. yüzyılda öjeni fikrine olan ilginin artışının sebebinin Darwinizm olduğunu şöyle belirtir:

ÖJENİZM BAYRAĞINI: DARWİNİZM DALGALANDIRIYOR

Öjeniyi savunan Darwin, evrim tapınağında Yaradılışçıları yargılıyor!

Öjeni”yi savunan Darwin, evrim tapınağında Yaradılışçıları yargılıyor!

“Modern öjenik düşünce yalnızca 19. yüzyılda uyandı. Bu yüzyıl sırasında öjeniye ilginin oluşmasının birkaç nedeni vardır. En önemli neden ise evrim teorisidir.”

Bazı bilim adamları, öjeni fikrinin gelişmesinden itibaren, “topluma zararlı bireylerin öldürülmesi” gerektiğini açıkça savunmaya başlamışlardı. Sonunda 1901 yılında Londra Üniversitesi bünyesinde Eugenic Education Society (Öjeni Eğitim Derneği) kuruldu. Hemen ardından kurulan British Eugenics Society ise, öjeni amacıyla toplumdaki tüm sakatların “sterilize edilmesi”, yani kısırlaştırılması gerektiğini savundu. Charles Darwin’in oğlu Leonard Darwin, 1911-28 yılları arasında bu derneğin başkanı ve gelmiş geçmiş en aktif üyesiydi.

Darwin’in yakın arkadaşı ve destekçisi olan evrimci Biyolog Julian Huxley (1887-1975), en ünlü öjenikler arasındadır. Öjeni derneğinin başkanı olan Huxley, aile planlaması kavramını ortaya atmıştır. Huxley’in daha sonra UNESCO’nun ilk başkanı olması ve Dünya Vahşi Hayat Fonu’nun (WWF) kurucusu olması oldukça dikkat çekicidir. Huxley, UNESCO’nun amacıyla ilgili şunları söylemiştir:

“Yıllardır ne siyasi ne de psikolojik olarak herhangi bir radikal öjeni politikası imkansızdı. Ancak UNESCO‘nun, öjeni problemini büyük bir dikkatle inceleyecek olması çok önemlidir. Öyle ki halk, riskli görünen meseleler hakkında bilgilenecek ve şimdi düşünülmeyen en azından düşünülebilir hale gelecektir.”

Alman bilim adamı Heackel ise; Charles Darwin, Francis Galton ve Leonard Darwin gibi isimlerden devraldığı öjeni teorisini daha da ileri götürmüş ve Eski Yunan’daki Sparta modeline geri dönmeyi önermiştir: Haeckel, “Wonders of Life” adlı kitabında, “sakat doğan bebeklerin hiç vakit yitirilmeden öldürülmesini” savunmuş ve bu bebeklerin henüz bir bilince sahip olmadıklarını ileri sürerek “bunun bir cinayet sayılmayacağını” iddia etmiştir. Haeckel, sadece sakat doğan bebeklerin değil, toplumun sözde evrimine engel olan tüm hasta ve sakat insanların “evrim yasaları” gereğince ayıklanmasını istemiştir. Hastaların tedavi edilmesine karşı çıkmış, bu tedavinin doğal seleksiyonu engellediğini ileri sürerek şöyle yazmıştır:

ALMAN IRKÇILIĞI: ÖJENİK BAYRAĞINI KAPIYOR

Ölüm meleği olarak tanınann Hitler'in doktoru Mengele'nin, üzerinde deney yaptığı çocuklar

Ölüm meleği olarak tanınann Hitler’in doktoru Mengele’nin, üzerinde deney yaptığı çocuklar.

“İyileşmesi mümkün olmayan yüz binlerce hasta, örneğin akıl hastaları, cüzzamlılar, kanser hastaları yapay olarak hayatta tutulmakta, ama bu kendilerine veya toplumun geneline hiçbir yarar getirmemektedir… Bu kötülükten kurtulabilmek için, yetkili bir komisyonun kararı ve gözlemiyle hastalara hızlı ve etkili bir zehir verilmelidir.”

Amerikalı tarihçi Daniel Gasman, “The Scientific Origins of National Socialism” adlı kitabında, bu konuda çok kapsamlı deliller sunar. Daniel Gasman’a göre, “Haeckel, Almanya’nın ırkçılık, faşizm ve emperyalizmi besleyen en önemli ideoloğu” sıfatını taşımaktadır. Haeckel, Nazizm’e hem ideolojik hem de örgütsel bir miras bırakmıştır. Bir yandan öjeni ve ırkçılığın teorisini oluşturmuş, bir yandan da “Monist Birliği” adlı ateist bir dernek kurmuş ve bu dernek Naziler‘in eğitimli kesimde yankı bulmasında büyük rol oynamıştır. Cambridge Üniversitesi tarihçisi ve “London Times” gazetesi yazarı Ben Macintyre, Haeckel’in Naziler’e miras bıraktığı Darwinist düşünceyi şöyle anlatır:

“Alman embriyolog Haeckel ve onun Monist Birliği, dünyaya ve özellikle de Almanya’ya, ulusların tüm tarihinin doğal seleksiyonla açıklanabileceğini söylüyorlardı. Hitler ve onun çarpık teorileri, ırksal saflık ve en uygunların hayatta kalması adına ırkları topluca yok etmeye kalkarak bu sahte bilimi, siyasete dönüştürdü. Hitler, kitabına Mein Kampf (Benim Kavgam) adını vererek, Haeckel’in, Darwin’in “yaşam kavgası” kavramına atıfta bulunuyordu aslında.”

Hitler’e ilham veren bilim adamlarından biri hatta en önemlisi de; bugün felsefenin dahisi olarak görülen Friedrich Nietzsche’dir. Hayatı boyunca akıl hastalığının pençesinden kurtulamamış; sonunda da delirerek ölmüş Nietzsche’nin marazi-şeytani hayallerinin bu derece kutsanması, anlamlı ve ilginçtir. “Ecce Homo” adlı kitabında; insan-üstü güçlerin (elbette cin-şeytanların) cisimlenerek kendisine vahyettiğini söyler. Bu güçlerin, aynı zamanda kendisini kontrol altına alarak; “Böyle Buyurdu Zerdüşt” adlı kitabı yazdırdıklarını itiraf eder. Daha sonra da büyük bir bunalıma girerek hastaneye yattığını anlatır.

Ocak 1889’da Nietzsche Turin Akıl Hastahanesi’nde.

TOLSTOY: “KENDİSİNİ, İNSAN-ÜSTÜ İNSAN SANAN NİETZSCHE DELİDİR”

Tolstoy, “Günlükler”inde Nietsche hakkındaki görüşlerini şöyle dile getirir:
“Nietzsche‘nin Zerdüşt’ünü ve kız kardeşinin, onu nasıl yazdığına dair notlarını okudum. Kesinlikle kanaat getirdim ki, Nietzsche, bu eseri yazdığında tamamen deliydi; ama metafizik anlamda bir deli değil. Tutarsızlık, bir fikirden diğerine atlama, neyin karşılaştırıldığına ilişkin herhangi bir işaret olmaksızın yapılan karşılaştırılmalar, başı olan ama sonu olmayan fikirler, zıtlık ya da benzerlik için bir fikirden geçme ve bu ürün, bu deliliğinin pointesi (en uç noktasıdır). Yahut idee fixesi; insan yaşamının ve düşüncesinin bütün yüksek prensiplerini inkar ederek, kendisinin insan-üstü bir dahi olduğunu kanıtlaması. Böyle bir deli ve kötü bir deli adam, öğretici olarak kabul edilirse, onun eğiteceği toplum nasıl bir şey olur?

Tolstoy, Hegel, Nietzsche ve Darwin hakkındaki değerlendirmelerini şöyle sürdürür:

“Hatırlayabildiğim üç rağbet gören filozof var: Hegel, Darwin ve şimdi Nietzsche. İlki, var olan her şeyi gerekçelendirmeye çalıştı; ikincisi, insanı hayvanlarla aynı sınıfa koymaya ve mücadeleyi, yani insanın içindeki kötülüğü haklı çıkarmaya çalıştı; üçüncüsü ise, insanın içinde kötülüğe direnen mizacın, yalnızca yanlış yetiştirilmenin sonucu ve bir hata olduğunu ileri sürmektedir. Bundan ileri daha nasıl gidilebilir, bilmiyorum.”

Nietzsche, felsefesinin sözcüsü olarak Zerdüşt’ü seçmiştir. Bu kitabında “üst-insan”a giden basamakları birer birer tanıtmıştır.

Şimdi Nietsche‘nin, “üst-insan“ına, ya da posthuman ya da kendi dilinde “übermensch”ine (üst-insanına) daha yakından bakalım. Öncelikle Nietzsche yani ona vahyeden Zerdüşt, insanın mevcut durumundan hoşnut değildir:

Nietsche'nin üst-insanına doğru ilerleyen geçiş-insanları

Nietsche’nin “üst-insan”ına doğru ilerleyen “geçiş-insanları”.

“Ben size üst-insanı öğretiyorum. İnsan alt edilmesi gereken bir şeydir. Onu alt etmek için ne yaptınız? Bütün varlıklar, şimdiye dek kendilerinden öte bir şey yaratmışlardır. Peki siz bu büyük yükselişin inişi olmak ve insanı alt edecek yerde, yeniden hayvanlara dönmek ki istiyorsunuz? İnsana göre maymun nedir? Gülünecek bir şey ya da acı bir utanç. İnsan da tıpkı böyle olacaktır. Üst-insana göre gülünecek bir şey ya da acınacak bir utanç. Solucandan, insana dek yol aldınız ve sizde daha çok şey solucandır. Maymundunuz bir zamanlar ve şimdi bile insan, her maymundan daha maymundur…”

NİETZSCHE’NİN ÜST-İNSANI: ŞEYTAN MI?

Yukarıdaki pasaj, “Böyle Buyurdu Zerdüşt” isimli kitaptan aynen alınmıştır. Bu alıntıdan açık bir şekilde görüldüğü gibi, Nietzsche’nin evrim fikri çok nettir. İnsanın, en ilkel canlılardan başlayarak evrildiğini; ancak halen maymundan aşağı olduğu şeytani iddiasını dile getirmektedir. Nietzsche‘ye göre insanın tek iyi yanı; “üst-insan”a giden yolda bir köprü vazifesi görecek olmasıdır. Bunun transhuman; yani “geçiş insanı” kavramı ile aynı şey olduğu gayet açıktır.

Yine aynı kitapta ve diğer kitaplarında, “üst-insan”ın; tamamen merhamet, iyilik ve ahlaki değerlerden arınmış olması gerektiğini üstüne basa basa vaazeden Nietzsche, bakın ağzındaki baklayı nasıl çıkarır:
“Benim üst-insanıma korkarım siz… şeytan dersiniz!”

Nietzsche‘nin de Platon gibi üst-insan ve alt-köle insanlardan oluşan bir devlet hayali vardır. Yalnız Nietzsche, dünya çapında zorba bir yönetimden söz etmektedir. Kendisi buna “Büyük Politika” adını verir. Yine vahiy aldığı Zerdüşt aracılığıyla şunları söyler:
“Bugüne dek bin farklı amaç oldu, çünkü binlerce halk vardı. Eksik olan şey, bu binlerce enseden geçen zincirdir. Eksik olan şey, tek bir amaçtır. İnsanlığın henüz bir amacı yoktur.”

Daha önce belirttiğimiz gibi, sonra bu amacın da üst-insan olduğunu söylemiştir. Nietzsche’nin, Hitler’e esin kaynağı olan ve nazi subaylarının kutsal kitabı sayılan “Erk İstenci” adlı kitabında da bu üst-insanlardan oluşan dünya toplumu hakkında ilginç bilgiler verilmektedir. İnsanlar arasındaki eşitlik fikrinden nefret eder ve der ki:

“Herkes fazla eşit, fazla küçük, fazla dürüst, fazla uysal, fazla sıkıcı. Uçurumu derinleştirelim! Yüksek türü… ayrı durmaya mecbur etmeliyiz. Hedef, evrenin yönetiminde, en çeşitli görevleri yerine getirebilecek en engin ruhları birleştiren egemen bir kast kurmaktır.”

Nietzsche‘nin de savunduğu “bedenin mükemmelleştirilmesi”, Transhumanizm, Post humanism, üst-insan özdeş kavramları Hitler‘de uygulama alanı bulmuştur. Hitler‘in şu sözleri uygulamalarının vahşetini olmasa da politikasını özetlemektedir:

“ALMAN FÜHRERİ: TEORİDE VE PRATİKTE EVRİMCİDİR”

Devlet için zihin ve beden eğitiminin önemli bir yeri vardır, ancak insan seçimi de en az bunun kadar önemlidir. Devletin, genetik olarak hastalıklı veya alenen hasta olan bireylerin, üreme için uygun olmadıklarını deklare etme sorumluluğu vardır… Ve bu sorumluluğu hiçbir anlayış göstermeden ve başkalarının da anlamalarını beklemeden acımasızca uygulamalıdır… 600 yıllık bir zaman dilimi boyunca vücudu sakat olan veya fiziksel olarak hasta olan kimselerin üremesini durdurmak… insan sağlığında bugün elde edilemeyen bir gelişim sağlayacaktır. Eğer ırkın en sağlıklı olan üyeleri, planlı bir şekilde ürerlerse, sonuçta bugün hala taşıdığımız hem ruhsal hem de bedensel açıdan bozuk tohumların olmadığı… bir ırk oluşacaktır.”

Evrimci Arthur Keith, Hitler hakkında şunları söyler:
“Alman Führer’i bir evrimcidir. Üstelik milyonlarca insanın bildiği gibi sadece teoride değil, şiddet dolu uygulamalarıyla pratikte de bir evrimcidir.”

Gertrude Himmelfarb, Amerikan Düşüncesindeki Sosyal Darwinizm adlı kitabında şunları yazmıştır:
“Darwin’in Türlerin Kökeni adlı kitabında bir alt başlık olan ‘Hayat mücadelesi içinde ayrıcalıklı ırkların korunması’ prensibi ile bazı şahsiyetlerin, sınıfların, milletlerin korunması ve hatta onlara tapılması arasında küçük bir adım atmak yeterlidir. Burada gelinen noktada artık milliyetçilik, emperyalizm, militarizm, diktatörlük, kahraman ve Süpermen kültleri, efendi ırk artık hep aynı portmantoda yer alır. Bu felsefenin bir ifadesi de maalesef Hitler‘in Benim Kavgam (Mein Kampf) adlı kitabıdır.”

Mein Kampf (kavgam)”ın ilk baskısı Almanya’da yayınlandığında, Hitler şöyle haykırıyordu:
“Yüksek ve alçak ırkların karışması, doğanın amacına açıkça aykırıdır. Ve Ari ırkın açıkça sönmesine yol açar…Ari ırkın daha aşağı olanlarla karıştığı her yerde sonuç, kültür taşıyıcılarının sonu olmuştur.”

ESKİ BAŞKANI ROOSEVELT NE DİYOR?

Eski ABD Başkanı Theodore Roosevelt. Şeytani ari ırk felsefesini savunuyor.

Eski ABD Başkanı Theodore Roosevelt. Şeytani “ari ırk” felsefesini savunuyor.

Bu öjenik hareket, sadece Almanya’da değil oradan çok daha önce Amerika’da palazlanmıştı. 1920’li ve 30’lu yıllarda Amerika’daki evrimci çevreler, öjeni konusunda büyük bir propaganda yürüttüler. Bazı eyaletler, “Sterilizasyon Yasaları” olarak bilinen ırkçı kanunlar çıkardılar. Bu kanunlar, genetik yönden zayıf veya hastalıklı olduğu düşünülen kadın ve erkeklerin, ameliyat yoluyla kısırlaştırılmasını öngörüyordu. Örneğin aşağıdaki sözlerin sahibi, gözü dönmüş bir nazi siyasetçisi değil, Amerika’nın 26. başkanı Theodore Roosevelt’tir:
“Birgün asıl görevimizin, doğru türden iyi yurttaşın kaçınılmaz görevinin, kanını, arkasında, dünyada bırakmak olduğunu ve yanlış türden yurttaşların neslinin sürmesine izin vermenin görevimiz olmadığını kavrayacağız. Uygarlığın büyük sorunu, topluluk içinde az değerli ya da zararlı elemanlarla karşılaştırıldığında, değerli olanların göreli bir artışını sağlamaktır…Tüm dikkatimizi soyaçekimin uçsuz bucaksız etkisine vermedikçe, sorunla yüz yüze gelemeyiz…Yanlış kişilerin yetişmesinin tamamen önlenebilmesini çok istiyorum ve bu kişilerin zararlı doğası yeterince ortaya çıktığı zaman bu olmalıdır. Katiller kısırlaştırılmalı ve ebleh kişilerin arkalarında çocuk bırakmaları yasaklanmalı…istenir türden kişilerin yetişmesine önem verilmelidir.”

Wisconsin Üniversitesi Başkanı Charles R. Van Hise, öjenik hareketin inkıtaya uğramasından dolayı duyduğu üzüntüyü şöyle ifade ediyordu:
Öjenik hakkında yeterince bilgimiz vardı, o kadar ki, bilinen uygulanmış olsaydı, bir kuşakta bile kusurlu sınıflar yok olabilirdi.”

2. Dünya savaşından sonra pek çok kişi, öjenik hareketin toplu mezarlarla birlikte gömüldüğünü zannetti. Oysa bu ümidin, bu kadar kısa süreceğini kimse tahmin edemezdi. 1970’lerden sonra biyoloji alanında kaydedilen ardı arkası gelmez bir çok bilimsel ilerlemelerin ve genetik mühendisliğinin, yeni öjenik hareketini başlatacağı endişesini taşıyordu. 1977’de Ulusal Bilim Akademisindeki bir forumda, rekombinant DNA üzerine konuşan Massachusetts Enstitüsünde Biyolog Ethan Signer, meslektaşlarını şöyle uyarıyordu:
“Bu araştırma bizi, insanın genetik düzenlenmesine bir adım daha yaklaştırıyor. Bu ideal karakteristikli çocukları nasıl üreteceğimizin hesaplandığı yerdir…Bir kez daha sarı saçlı, mavi gözlü ve Ari genli ideal çocuklar çerçevesinde.”

“ŞEFKATLİ VE SEVECEN ÇAĞDAŞ ÖJENİZM”

1980’lerden günümüze gelindiğinde, artık bu çağın bir biyoteknoloji çağına dönüştüğünü söyleyebiliriz. Genetik alanında bilgi edinme miktarının her 2 sene de bir ikiye katlandığı tahmin ediliyor. Genetik mühendisliğiyle beraber öjeninin kapsamı, daha geniş bir şekilde tartışılmaya başlandı. Öjeni, artık eskisi gibi teknik imkansızlıklara mahkum olmaktan kurtulmuştu. Aslında Gen mühendisliği, başka bir deyişle İnsan Genom Projesi, öjeniyi birkaç on yıl aradan sonra yeniden bu çağ insanın hayatına soktu. Ancak önceki gibi korku ve kinle güdülen siyasi ideolojilerle, ya da lanetli komplolarla değil; dostça kullanılan kavramlarla içimize sokuldu.

Yaşam kalitesinin iyileştirilmesi, hastalıksız nesiller, kusursuz nesiller, süper zeki çocuklar, bitmeyen gençlik, cennete benzeyen bir dünya ve nihayet ölümsüzlük. Hastalıkların ve ölümün acısıyla vurgun yiyen insanoğluna gösterilen bu sahte simulasyon, ümit ve hayallerle doluydu. Bu çağın “şefkatli ve sevecen öjenisi”, baskıcı bir devletin vatandaşlarına zorla yaptırdığı bir şey değil, kişilerin kendi sağlıklı ve mükemmel yaşamlarını seçmeleri olarak karşımıza çıkıyordu.

Ünlü Amerikan felsefecisi ve yazar Francis Fukuyama, “İnsan Ötesi Geleceğimiz” adlı kitabında; “öjeni kavramı“nın çağın ihtiyaçlarına göre şekil değiştirmesini şöyle anlatıyor:
“Bence geleceğin genetik mühendisliğinden söz etmek istediğimizde, gereğinden fazla çağrışımı olan ‘öjeni terimi’ni bir yana bırakıp, yerine Darwin’in ‘seçilim’ teriminin karşılığı olan ‘yetiştirme’ terimini kullanmalıyız. Gelecekte herhalde insanları, tıpkı hayvan yetiştirir gibi yetiştirebileceğiz, yalnızca çocuklarımıza hangi genlerimizi geçireceğimizi seçerek bunu çok daha bilimsel ve etkili bir biçimde yapacağız. ‘Yetiştirme’ terimi, devlet desteğine ilişkin bir anlam içermek zorunda değildir; ancak genetik mühendisliğinin insani özelliklerini ortadan kaldırma potansiyelini en iyi şekilde yansıtır.”

Özetle şunu söyleyebiliriz; “öjeni artık toplumdaki en iyilerin seçilmesi değil, toplumda seçilenlerin en iyi, en mükemmel olması demektir”. Öjeninin bu yeni kavramı, tamamen transhümanizm ve posthümanizme hizmet eder bir niteliğe bürünmüştür. Bu noktada, her kişinin istediği takdirde, mükemmele ulaşabileceği, böylece kastlar (sınıflar) oluşmayacağı yanılgısına düşülebilir. Oysa bunun böyle olamayacağı açıktır. Bu durumda, tanrıcılık oynamak isteyen güçlerin karşısında duran pek çok kişi, “alt-köle bir kast”ın içinde kalmaya mahkum olacaktır. Hatta transhümanist çevreler, şimdiden kendilerine karşı duranlara; transhümanizmi kabul etmeyen topluluklara, “Humanish” adı verileceğini ifade edebilmektedirler. Bu konuda Amerika‘da teknolojiyi kullanmayı reddeden bir dini grup; Amishler, bu “Humanish” sınıfına gireceklere bir örnek gösterilmektedir.

Amaç: Üst-insan ve köle alt-insan oluşturmak.

>Amaç: “Üst-insan” ve köle “alt-insan” oluşturmak.

İsyankar ya da köle kabul edilecek bu insanlar için, “üst-insan mimarları”nın elbette bir planı bulunmaktadır. “Üst-insan“a doğru evrilmeye çalışan transhuman; yani geçiş insanlarının, kirli ve pis işlerini yaptıracak insan–altı varlıklara da ihtiyacı olacaktır. Üretmeye çabaladıkları “hayvan-insan melezi” yaratıklarla, halen normal insan olarak kalmış olan zavallılara ya da insan olarak kalmakta direnen asilere hükmedebileceklerdir. Bu alandaki çalışmaların tehlikelerini, “Elliotinstitue” adındaki bir organizasyon; tranhümanistlerin, bir yandan “üstün ırk”ı ararken, diğer yandan da insan ve hayvan genlerini harmanlayarak “insan-altı varlıklar” oluşturmaya çalıştıklarını gözler önüne seriyor.

YENİ ÇAĞDA: “İNSAN-ÖTESİ BİR VARLIK” HAYALİ

Gittikçe sayıları artan bazı bilim adamları, kendilerini, insan ırkı için yeni bir evrimsel akımın mimarları olarak görüyor. Evrimi, kendi elleriyle yönlendirmenin daha iyi olacağına inanan bilim adamlarının sayısı hiçte az değildir. Madem akıldan yoksun doğal seçilim, tesadüflerle bugünkü doğal yaşamı oluşturabilmiş; evrim harikası süper zeki bilimciler, neden daha mükemmelini yapamasınlar? Mantık ve mantelite bu…

Nitekim, Moleküler Biyolog Lee Silver, “Remaking Eden” (Yeniden cenneti kurmak) adlı kitabında, kendisinin ve meslektaşlarının yaratacakları parıltılı bir gelecek üzerine derin hayallere dalmış görünüyor:
“Bu Yeni Çağ‘da (New Age), özel bir zihinsel varlıklar grubu yaşıyor. Bu varlıklar, geriye doğru, Homo Sapiens’e kadar atalarının izlerini taşısalar da; insanlardan, bugünki insanın yerde sürünen küçücük beyinli ilkel bir solucandan farklı olduğu kadar farklılar. Bu özel insanların, çok artmış özelliklerini anlatmak için sözcük bulmak zor. ‘Zeka’, onların kavrama yeteneklerini tanımlamaya yetmiyor. ‘Bilgi’, hem evreni hem kendi bilinçlerini anlamalarındaki derinliği açıklamıyor. ‘Güç’, onların içinde yaşadıkları evreni biçimlendirmek için kullanmış olabilecekleri teknolojiler üzerindeki denetimlerini tanımlamaya yetecek kuvvette değil.”

Burada bahsedilen, posthuman yani üst-insan üretme hayalidir. Açıkçası bu bir tanrı-insan hayalinden başkası değildir. Üst-insan kavramına dikkatle bakarsanız, bu kavramla “insan-ötesi bir varlık”tan söz edildiğini kolayca anlayabilirsiniz.

Oxford Üniversitesi felsefe bölümünde profesör olan ve “İnsanlığın Geleceği Enstitüsü” Başkanı Nick Bostrom, post human hareketinin önde gelenlerinden biridir. Bostrom’un makalelerinde üst-insan şöyle anlatılıyor:
“Pek çok transhümanist, er ya da geç kendisini, üst-insan birey olmaya taşıyacak yolları takip etmek ister. Bu türün esas vasfı, en basit potansiyeliyle dahi günümüz insanını oldukça radikal biçimde aşmış olmasıdır. Şu anki standartlarımızla biz onları, insan olarak adlandıramayız. Onlar, zihinsel olarak zirvededirler. Bunlar, hastalıklara karşı dirençli, yaşlanmaya dayanıklı, sınırsız genç-zinde; insani arzuları, ruhsal ve duygusal durumlarını kontrol edebilen; bıkkınlık, memnuniyetsizlik-sinirlilik hallerinden uzaklaşabilen; memnuniyet, sevgi huzurlu olmak için kapasite artışı gösterebilen ve şu anki insan beyninin erişemediği noktalarda bilince sahip olabilen bireylerdir.

“Üst-insanlar, tamamen sentetik yapay zeka olabilir veya beyinleri download edilebilir. Ya da bir çok küçük zihinsel faaliyet artışının birikmesiyle bilgeleşmiş biyolojik insanlar olabilirler. Bir diğer alternatifte, insan organizmasını; nanoteknoloji, genetik mühendisliği, psikofarmakoloji, yaşlanma karşıtı terapiler, nöral arabirimler, gelişmiş bilgi yönetim araçları, hafıza geliştirici ilaçlar, giyilebilir bilgisayarlar ve bilişsel teknikler gibi bir çok teknolojinin birleşimi sayesinde yeniden tasarımlamaktır.

“Bizler için bir üst-insanın neye benzeyeceğini hayal etmek çok zordur. Üst insanların bizim kavrayamacağımız deneyimleri ve ilgileri olabilir. Düşüncelerini anlayamayız çünkü onların düşünceleri, bizim düşünmek için kullandığımız sinirsel dokuya uygun olamayabilir. Onların zihinleri bizden sadece daha güçlü değil, aynı zamanda çok farklı bilişsel yapılanmaya yer verecek kapasitede olabilir. Ayrıca yeni duyu çeşitlerine sahip olabilirler. Üst-insan zihni, aracısız olarak hafıza ve tecrübelerini paylaşabilir. Üst-insan beyni, biz insanların beyni gibi kesin sınırlarla tanımlanamaz. Posthuman, yani üst-insanlar, hem kendilerini hem çevrelerini bir çok yeni ve bilgece yollarla şekiilendirebilirler.”

ÜSTÜN-İNSAN PROPAGANDASI: KİTAPLAR-FİLMLER-DİZİLER

Bu makaleden de anlaşılacağı gibi üst-insan, “insan ötesi bir varlık” gibi tanımlanmıştır. Kavranamaz, anlaşılamaz, ulaşıp erişemeyeceğimiz varlıklara benzetilen üst insanların yanında, günümüz insanı neredeyse hayvan boyutuna indirgenmektedir. Yukarıdaki makaleye benzer bir şekilde “üst-insan” kavramına hayranlık uyandırıcı kitaplar, diziler ve filmler gün geçtikçe artmaktadır.

Birkaç senedir Amerika ve dünyanın pek çok ülkesinde en fazla izlenen dizilerden biri olan “Heroes“; yani “kahramanlar” dizisi, üstün-insanlar projesini ballandıra ballandıra anlatmaktadır. Dizi de, ateist Hintli bir biyolog, kızını genetik bir hastalık sonucu yitirince, artık insanların kendi evrimlerini yönlendirebilecek kadar evrimleştikleri fikrinden yola çıkarak bir çalışma başlatır. Dizi de henüz açıklanmamış bazı güç odakları ile işbirliği yapar ve insanların DNA’sını değiştirerek her birine ayrı bir özellik bahşeder (!) Ancak normal insanlar bu üstün insanları kabullenmezler ve onları tutsak ederler, işkence ederler ve hatta öldürürler. Evrimleştirilmeye çalışılan insanların çilelerini son derece dramatik bir şekilde anlatan yapım, oldukça kalabalık bir hayran kitlesine sahiptir.

Birçok Android filmi, Spielberg’in “Yapay Zeka” isimli filmi, Cyborg filmleri, Dr. Moreu’nun Adası, Beşinci Element, Resident Evil, Yıldız Gemisi Şavaşçıları, X-men, Transformers gibi filmler, hep üstün-insan ya da transhuman; yani geçiş insanları fikrini ısıtmaktadır. Ayrıca James Cameron’un hasılat rekorları kıran son filmi Avatar’da da; transhumanizm ve posthümanizm kavramları işlenmiştir.

“ÜSTÜN-İNSAN” FİKRİNİN BABASI: İBLİS

Yazımızın daha önceki bölümlerinde Rönesans hümanizminin iki kola ayrıldığını, bir kolunun; “sekülerizm-materyalizm-hümanizm”, diğer kolunun ise “New Age-Teosofi akımları“nı doğurduğunu belirtmiştik. “New Age Felsefesi”nde; anafikir, insanın iradi çabalarla ve rehberlerin (!) yardımıyla; gelişip-bilinçlenerek boyut atlaması; melek yahut Tanrı boyutuna çıkması şeytani yalanıdır. Bu şeytani aldatıcı yönlendirmede; kendilerini melek diye yutturmaya çalışan cin-şeytanlar, insanın bu yolla evrimleşebileceğini durmadan telkin ederler. Bu insanlık düşmanı yaratıklar, İslam‘a da aynı zehri “tasavvuf felsefesi” yoluyla akıtmışlardır. “Ta Esoteric publishing” isimli bir New Age sitesi, insan evrimi konusunda bakın ne keramet (!) gösteriyor:
“Üstadlar (cin-şeytanlar), insanın evrim sürecinin devam etmesi için çalışırlar. Evrimin bir bitiş noktası yoktur. İnsanlık doğal evrimin zirvesi değildir.”

New Age akımının baş kahinlerinden Steve Rother, “Yuvaya Hoşgeldiniz” isimli kitabında; “evrimin şeytancası“nı, “bilimsel”iyle bakın nasıl buluşturuyor:
“Siz insanlar, yaratma gücünüzden o kadar korkarsınız ki, kendinizi yaratıcılar olarak görmezsiniz. Eğer size ‘Tanrı olduğunuzu’ söyleseydik bize inanır mıydınız? Öylesiniz. Dolayısıyla yaratma sanatından neden korkacaksınız ki? Bakın, Dünya üzerinde ilk insan, 7 Mart 2001tarihinde kopyalandı. Cin, şişeden çıkmıştır ve tekrar şişenin içine girmeyecektir. Bu sadece teknolojidir, korkulacak bir şey değildir..Öğrendiğiniz bir şeyi öğrenmemiş hale gelemezsiniz. Siz biyoloji ile teknolojiyi birleştirip Triloji dediğimiz yeni bir bilime dönüştürüyorsunuz. Bu kendi gücünüzün doğal bir tekamülüdür.”

New Age şeytani dininin üstadları cin şeytanlar, bakınız seanslara katılan eğitimli-varlıklı ve “melek olma hayali“ne kendisini kaptırmış çağdaş insanları nasıl aldatıyorlar. İşte üstat Kryon şeytanın, öjenik felsefeye uygun palavraları:
“Başarısız olmanız olası değildir, çünkü siz tanrısınız ve tanrı başarısız olmaz. Amacımız insanların görkemliliğini yansıtmak için kanatlarımızı açmaktan başka bir şey değildir. Amacımız gerçekte kim olduğunuzu hatırlamanıza yardımcı olmaktır.. Tanrı olduğunuzu ve sizlerle gurur duyduğumuzu bilin. Siz de tanrısınız. Siz her yönden yaratanlarsınız, bilseniz de bilmeseniz de sürekli yaratıyorsunuz. Şimdi, bilinçli yaratıcılar olmak zamanıdır. Sizden sabahları ilk iş olarak nefes almanızı ve sizin de tanrı olduğunuzu onaylamanızı rica ediyoruz. Gün boyunca zihninizin gevezeliklerini duyarsanız, bu sadece kendinden-kuşku-duymaktır. Kendinize hatırlatın, ‘Ben de tanrıyım.’ Tüm bilmeniz gereken budur.”

İnsanları boyut atlayıp, melek olacakları, ya da tanrılaşacakları yalanlarıyla avlayan bu hayal tüccarı cin-şeytanlar ve işbirlikçileri medyumlar; hiç durmadan-dinlenmeden bu yaldızlı palavraları tekrarlıyorlar. Bu sözler, zamana-şartlara bağlı olarak insanlık tarihinin başlangıcından beri fısıltılar halinde tekrarlanıp duruyor. Adem de, cennette güven ve mutluluk içinde yaşarken; aynı fısıltıların kurbanı oldu. Melek olacağını sanıyordu, cennetten kovuldu. Kendisini kovduran ise elbette Azaz-El’ken İblis olan hayal tüccarıydı. İnsanoğluna karşı bitmez-tükenmez hırs ve kin taşıyan İblis, o günden sonra ademoğlunun peşini bırakmamış; tezgahını dünyada kurmuştur.

Atlantis’ten, Mısıra, Eski Yunan’a, Sümer-Babil‘den, Roma‘ya ve bugüne kadar bu “yücelme-yükselme-tanrılaşma” efsunlu sözleri, milletlerin ve medeniyetlerin “zehiri ve sapkınlık ilacı” olmuştur. Platon‘un felsefesine akan zehir ile Nietscht‘nin duyduğu fısıltılar aynı felsefedir… Rönesans simyacılarına fısıldananla; bugünün evrimcilerine bilim kisvesi altında fısıldanan kaynak ve düşünceler yine aynıdır… Bugün Batı’da; Simyacılık, New Age, Hümanizm, Transhümanizm, Öjenizm olarak pazarlanan; alıcısı bol olan fikirler; esasen Doğu-Hint felsefesinin ve “Şeytanizm“in bir versiyonu olmaktan başka birşey değildir.

Üst-insan, posthuman ile eş anlamlı olan “insan-ı kamil” de bir çok aşama geçirdikten sonra insan olmaktan soyutlanır, adeta bir ruh ve üstün bir varlık olur. “Adam Kadmon” ise “üst-insan”ın, İbrani-Yahudi versiyonudur. Kabalistler’e göre ise Adam Kadmon; soyut anlamıyla, insanın ruhsal gelişim sonunda ulaşabileceği en mükemmel, en insan-ötesi haldir. Kabala‘ya göre insan, Adam Kadmon düzeyine, otuz iki aşamalık bir sürecin sonunda varır ve o zaman yüce ya da kutsal aleme dahil olur. Bu mükemmel insandan; Taoizm’de “cheun-jen”, Hint’te “purusha”, Tasavvufta ise “insan-ı kamil” adıyla söz edilir.

Bu “felsefe“, müslüman mahallesinde “Tasavvuf- Vahded-i Vücut-Panteizm-Mistizm” olarak pazarlanmıştır. Satıcısı “hayal tüccarları” (cin-şeytanlar) olan bu “İslam maskeli ticaret”in yıkımı, akıl almaz boyutlara ulaşmıştır. Bu öyle sihirli bir “fikir gücü” haline gelmiştir ki, ona kimse karşı çıkmaz yahut çıkamaz. Aksine ondan herkes; dinci siyasetçiler de, şeyhçi-tarikatçılar da, Avrupacı-küreselciler de, jakoben laikperestler de nemalanırlar ve ancak bu felsefenin meftunu olabilirler.

İnsan’ın tekamülü; doğal yahut bilim yoluyla evrimleşerek; insan-üstü varlık olma, bir üst boyuta çıkma, melek hatta Tanrı olma (!) arzu ve hayallerinin, gerçekle ilgisi nedir? Evrimci bilimcilerin iştahını kabartan ve hayallerini tahrik eden “insanın gelişmeye yönelik yapısı” ve “bilimin insanla ilgili keşifleri”, bu “radikal evrimsel dönüşümü” sağlayabilir mi? İblis‘in “hayal tüccarları“nın, insanı kandırma ve ona yular takma çabalarının bir parçası olan; “sen tanrısın-meleksin” yeminin, gerçekle hiçbir bağlantısı yok mudur? İşte bu soruların cevapları, işte gerçekler ve yalanlar:

SONUÇ: GERÇEKLER VE YALANLAR

Evrimci bilimcilerin süperman (üstün insan) hayallerine kapılan çağdaş insanı ne bekliyor?

Evrimci bilimcilerin süperman (üstün insan) hayallerine kapılan “çağdaş insanı” ne bekliyor?

1- Defaatle belirttiğimiz gibi “boyut atlama-bir üst boyuta geçme” tezi, “evrim teorisi”nin en büyük çıkmazıdır. Ateist-evrimciler, kalp körlüğünden dolayı farketmeseler de; Allah, yarattığı her varlığı, kendi boyutuna mahkum etmiştir. Allah‘ın dışında; Başmelekler de dahil hiçbir kimse, “varlıklar”a, yahut insanlara boyut atlatamaz. Bir sineğin dahi boyutunu değiştiremezler. İblis ve beyinsiz köleleri ise, Allah’a rağmen hiçbir halt edemezler. Bugün canlıların sınıflandırılmasında en alt kategori olan “Tür” bile aşılamamıştır. Bu hayallere, “hayal tüccarları”nın da tahrikiyle kendini kaptırmış evrimci bilimcilerden bir kısım moleküler biyologlar, şu an evrim sürecinin ellerinde olduğu zannına kapılmışlardır.

2- “Sonsuz Boyutlu, Sonsuz Akıl Sahibi, Her Şeyi İlmiyle Kuşatmış, Her Şeyin Melekutu ve Ruhu Elinde Olan Allah”ın, elinden; “onun yarattıklarının kontrolünü alabileceğini sananlar”, büyük bir aldanma içindedirler. “O’nun sistemleri”ni; O’na rağmen değiştirip, hakimiyet tesis edeceklerini sananlar, hayal görmektedirler. Kimse, o küçük beyni ile “Tanrı’yı oynamaya” kalkmasın, bedeli ağır olacaktır! Bugün tıp, tüm teknolojik-ilmi gelişmelere rağmen; “canlı sistemi” kuşatmaktan; ona “sağlıklı bir yaşam ve çevre” sunmaktan acizdir. O kadar acizdir ki, bugün keşfettiğini, ertesi günü yeni araştırmalar yalanlamaktadır. O kadar acizdir ki, son derece az “kuşatıcı bilgi“yle ve büyük kibirlerle insanlar kesilip-biçiliyor ve maalesef yeni rahatsızlıklar-hastalıklar üretiliyor.

Ancak Allah’ın istediği ve dilediği; ilmi-teknolojik-tıbbi ve her türlü gelişmeler müstesna .. Çünkü insana ilmi potansiyelleri O vermiş ve Sünetullah’a uygun gelişmeleri de dilemiştir. “O Sonsuz Yüce” dilemeden, siz dileyemezsiniz! Özetle Sonsuz Yüce Allah‘la uyumlu olmayan tüm “bilimsel çabalar”, eninde sonunda çökmeye mahkumdur.

3-Tüm canlılar ve insanlar, boyut değiştirme potansiyelleriyle yaratılmıştır. Boyut atlama da, boyut düşme de mümkündür, ancak Allah‘ın dilemesi ve emriyle.. İnsan, hayvan; hayvan, insan olabilir, Sonsuz Yüce‘nin emriyle… Bu potansiyeller, insan, cin, cin-şeytan ve meleklerden saklıdır. Allah‘ın izni ve dilemesi olmadan; bu potansiyelleri kimse harekete geçiremez.

Ey insanlar, bilimciler, teknoloklar! Sizler, yarattığınız bir makinanın-sistemin, başkalarının kontrolüne geçmesine izin verir misiniz? Sizin izninizin dışında; sisteminizi ele geçirip kullanmak isteyenlere karşı ne yaparsınız? Kaldı ki siz, sonlu boyutlu, aciz varlıklarsınız. Allah gibi mutlak bir kontrol sağlayamazsınız, birileri “sizin sisteminiz”in açıklarını bulur. Yahutta istemediğiniz kazalar, sapmalar; hatta sizi yok edecek canavarlar da yaratabilirsiniz. Tıpkı Ye’cuc-Me’cuc gibi.. Geçmişte İblis’in “hayal tüccarları”na aldanan bazı “Kadim Kavimler”in, “üstün-insan”; “cin-şeytan boyutlu varlık olma arzuları“nın bedelleri ağır olmuştur. Kontrol edilemez, vahşi, iğrenç canavarlar; şerli Ye’cuc-Me’cuc‘ler üretmişlerdir.

4- Boyut atlamanın veya düşmenin ne demek olduğunu en iyi İblis bilir. Çünkü basit “cin” iken; Allah‘ın aziz (şerefli) kölesi mertebesini kazandığı için Allah, onu melek; hatta Başmelek Boyutu‘na çıkarmıştır. Yani Azaz-El (Allah’ın şereflisi) yapmıştır. Ancak kibirlenmiş, haset etmiş ve kovularak (boyut düşerek) tekrar İblis (ümitsiz) bir “cin-şeytan” olmuştur. Yani Yüce Allah, onu tekrar “cin boyutu“na iade etmiştir. Sonsuz Yüce Allah‘ı, bir maymun gibi taklit eden İblis, Allah‘tan öğrendiği “Hak bilgiler”i ise ters-yüz ederek; Hak’kı Batıl; Batıl’ı Hak göstermede oldukça mahirdir. Bu konuda da gerçeklere yalan katarak; insanları kandırmak için hayaller üretiyor. Nitekim Adem ve Havva‘ya; Allah‘ın yasakladığı ağacın meyvesini yedirmek için; “bu meyveden yerseniz, boyut atlarsınız; melek olursunuz, böylece ölümsüz olursunuz” gibi insan nefsine hoş gelen aldatıcı sözler söylemiştir. Ve ikisini de kendisi gibi cennetten kaydırmıştır. Bugün de çengel attığı ışık işçisi (!) müritlerine aynı teraneleri söylüyor. Melek olmak (!), boyut atlamak (!), Tanrı olmak (!)…

5- Elbette İnsan, “melek boyutu”na çıkarılacaktır, ama ne zaman? Cennetler’de yaşayacak olan insanlar; dirilme anında; yeni bir yaratılışla; “melek boyutu”nda yaratılacaktır. Böylece insan, cennetin nimetlerinden yararlanan “nefis sahibi bir melek” olacaktır ve cennette, Rabb‘iyle beraber ebedi yaşayacaktır. Cehennemde kalacaklar da, elbette yeni bir boyut kazanacaktır. Demek ki İblis‘in bildiği ve gerçek olan şudur: Dünya sınavını başarıp; “Rabb’ine teslim olmuş bir köle” olmayı başaranlar; dirilme aşamasında; “melek boyutu”nda yeniden yaratılmış olup; “melek-insan” olarak ebedi yaşayacaklardır. Bu doğrudur. Yanlış olan, dünyada kimse; boyut değiştiremez, melek olamaz, ölümsüz olamaz. Hele Alemler’in Rabb’ini tanımayan ve O‘na savaş açanların, dünyadaki “kısa bir yaşam” dışında geleceği yoktur.

Tüm evrimci-bilimciler, tüm cin-şeytanlar bir araya gelerek dayanışsalar da; Allah‘ın dilemesi dışında hiçbir şey yapamazlar. Tüm insanlık, bilim dünyası, cinler ve cin-şeytanlar bir araya gelerek dayanışsalar da; “Allah’ın İradesi” dışında hiçbir şey yapamazlar. Şayet olumlu-olumsuz birşeyler yapabiliyor, geliştirebiliyorlarsa; bilsinler ki bu; “Sonsuz Yüce Allah’ın Planı ve Dilemesi” içindedir. İşte “gerçekler” ve işte “yalanlar” bunlardır!

24/04/2010
Gökben Coşkun
yaklasansaat.com

Trans Hümanizm

İçerik Etiketleri:ABDAnalizAndroidEvrimci bilimcilerGelecek NesilİblisKaynakLemuryamateryalist düşünceMotivasyon


İlginizi çekebilir.

Cover Image for Kullandığım 5 Mega ChatGPT İstemi

Kullandığım 5 Mega ChatGPT İstemi

ChatGPT’nin Süper Güçlerini görmek veya gerçek potansiyelini bilmek istiyorsanız, bu makaleyi okumalısınız çünkü aşağıda en iyi ve en çok kullanılan 5 İstemimi paylaştım. Bunları günde birkaç kez kullanıyorum ve eğer siz de kullanıyorsanız, eminim ki sizin de favorileriniz arasına gireceklerdir. O halde daha fazla vakit kaybetmeden işte karşınızda. #1: Yazma Analizi ve İyileştirme İstemi Tam […]

xtechnology_logo
X Technology
Cover Image for İnsanlık Tarihi: Nuh Tufanı ve Lemurya Bağlantısı

İnsanlık Tarihi: Nuh Tufanı ve Lemurya Bağlantısı

İnsanlık tarihi, bilindiği gibi Adem‘in yeryüzüne gönderilmesiyle başlamıştır. İlk insan ve ilk peygamber Adem, kendisine saygı gösterilmesi emrini tereddütle karşılayan Azazel‘in tuzağına düşmüş ve cennetten çıkarılmıştır. Böylece Adem ve Havva, tek yeşil gezegen olan Dünya’da; cinlerle ve Sonsuz Yüce’nin lanetiyle iblisleşen Azazel’le birlikte yaşamaya başlamıştır. Dünya’da çok uzun zamandan beri İblis‘in de mensubu bulunduğu cinler yaşamaktaydı. Cinlerin ne zaman yaratıldığını ve Dünya’dan önce nerelerde; hangi gezegenlerde yaşadıklarını bilmiyoruz. Ancak […]

xtechnology_logo
X Technology
kitap
resim
Ahmet İnanç KOCA - Founder and CEO of  XTechnology
Ahmet İnanç KOCA
XTechnology Yöneticisi, Yazılım GeliştiriciGeleceği kodlamaktan zevk alan bir yazılımcı

Hatalarımızdan kazanın

Mükemmel bir iş yoktur, sadece çok sayıda denenmiş girişim vardır.

XTechnology`i`nin kurucusu Ahmet İnanç KOCA`ı`dan Yanlız Başına Mücadele Edenler Rehberi”—adlı itaatkar olmak yerine büyük hayaller kurmayı tercih eden idealpereset ama tek başına savaşan girişimciler için bir manifesto olan bu kitabımızdan çok şey öğreneceksiniz.
Daha fazlası burada...

resim